EN GÜÇLÜ KİŞİ, HAYATTA YALNIZ KALMAKTAN KORKMAYANDIR – “THE QUEEN’S GAMBIT” İNCELEME
Satrancı 9-10 yaşlarındayken ilkokulda öğrenmiştim ve o zamanlarda gerçekten büyük bir zevkle oynuyordum. Hatta bir satranç takımı alana kadar evdeki farklı küçük eşyaları, boşta duran düğmeleri taşların yerine koyup sık sık oynardım. Okulda da sınıf ve okul turnuvalarına katılıp kazandıkça kendime güvenim artıyordu. Sonrasında ise bir hocam beni daha fazla çalıştırmak için farklı açılışları ve oyun sonlarını, hepsinin isimlerini ve karşı ataklarını, oyun ezberlerini öğretmeye başladı ve ben tam burada satrançtan soğumaya başladım. Çünkü öncesinde satranç benim için sadece doğaçlama yaparak ve hamleleri öngörerek ilerlediğim eğlenceli bir oyundu ancak bu detaylara girip bir kimya, biyoloji dersi çalışıyormuş gibi ezber yapmaya başladığım anda gözümde eski cazibesini kaybetmişti.
Sonrasında da sınavlardı, SBS’ydi, ergenliğiydi, lisesiydi derken eski ilgimi maalesef kaybettim. Yanlış anlaşılmasın satrancı hala çok severim ve fırsatım olduğunda oynarım ancak o eskiden kalma tutkum artık yok. E satrançla böyle bir geçmişi olan birinin The Queen’s Gambit’i izlememesi mümkün olabilir mi? Tabii ki de boşluk bulduğum ilk fırsatta herkesin öve öve bitiremediği bu yapımı izleyip bitirdim, gelin birlikte izlenimlerime bakalım.

1983’te Walter Tevis’in aynı adlı romanından uyarlanan dizinin konusundan bahsederek başlayayım. The Queen’s Gambit; ebeveynleri olmayan ve bir yetimhanede büyüyen Elizabeth Harmon isimli küçük bir kızın (yazının devamında kendisinden Beth diye bahsedeceğim), bodrum katında yurdun hademesi Shaibel’den satranç öğrendikten sonra dünya şampiyonluğuna ulaşma yolculuğunu anlatıyor. Alt metnine bakacak olursak da; 50’li ve 60’lı yılların ataerkil bir topluma sahip Amerika’sında geçen bu hikâyede bir kadının var olma ve kendini ortaya çıkarma macerası aktarılıyor diyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında dizi gerçekten anlatmak istediği şeyi başarılı bir şekilde yansıtıyor diyebilirim. Beth, turnuvaları kazanıp dikkat çekmeye başladıkça pek çok farklı gazete ve dergi kendisiyle röportaj yapıyor ve bu röportajların ana odağı Beth’in müthiş satranç zekâsı veya genç yaşta aldığı kupalar ve kazandığı başarılar değil, bunu bir kadın olarak başarmış olması oluyor. Beth ise önemli olanın cinsiyeti değil, oynarken yaptığı hamleler ve kendi benliği olduğunu düşünüyor ancak başkaları ta dizinin sonuna kadar bunun farkına varamıyor. Bunun dışında Beth tanıdığı neredeyse bütün kadınlardan farklı. Onun çevresindeki kadınlar; bu toplumun birer aynası olarak liseden sonra hemen evlenip çoluk çocuğa karışan, satranç oynaması tuhaf karşılanan, erkeklerden ve modadan başka konuşacak bir şeyleri olmayan veya modellik yapıp sadece bedenlerine değer verilen insanları oluşturuyor. Beth ise bu profilin tamamen dışına çıkarak kendi karakterini ortaya koymakla kalmıyor, çevresindeki herkese de bunu yavaşça kabul ettiriyor.
Peki dizide başka neleri sevdim? Hmm bi düşüneyim… İlk bölüm çok iyiydi. Beth’i Beth yapan en önemli özelliklerin oluşmasını bu bölümde tek tek gördük. Ayrıca Beth’in küçüklüğünü oynayan Isla Johnston harika bir oyunculuk göstermiş. Beth’in o soğuk, hayal gücü yüksek, çabuk sinirlenebilen, donuk görünen ama meraklı karakterini yansıtma konusunda oldukça başarılıydı ki bu konuda yine son derece iyi iş çıkarmış olan başrolümüz Anya Taylor-Joy’un bile belki bir tık önündeydi.

Dizide Türk yapımlarının ve Hollywood filmlerinin çoğunun aksine hiçbir durum veya karakter dramatize edilmiyor. Olaylar gereksiz büyütülmüyor, abartılı hiçbir sahne veya oyunculuk görmüyoruz. Sanki gerçek bir hayattan kesitler izliyormuşuz gibi hissettiriyor (ki aslında biraz öyle, bundan daha sonra bahsedeceğim), bu da dizinin doğal bir havaya sahip olmasını sağlıyor. Bölümler ve olaylar adeta su gibi akıp gidiyor ve dengeli bir temposu var, birkaç spesifik kısım dışında sıkıldığımı hatırlamıyorum. Dizi; sade ve gösterişsiz bir sinematografiye sahip.
The Queen’s Gambit aynı zamanda bir dönem dizisi ve üstlerde de biraz bahsettiğim gibi bu dönemin özelliklerini hem sosyokültürel açıdan hem de imaj açısından gayet yeterli bir şekilde seyirciye aktarıyor. Üstelik bunu sadece Amerika için değil, Rusya (veya o zamanki adıyla Sovyetler Birliği) ve Rus toplumu için de gerçekleştiriyor. Rusların nasıl satranca düşkün olduklarını, rakiplerine saygı gösterip onlara nasıl değer verdiklerini özellikle son bölümlerde çok net görebiliyoruz. Bu, dizinin çoğu başka eserde gösterilen “Ruslar şöyle kötüdür, böyle kakadır” klişesinden uzaklaşmasını da sağlıyor.
Dizi bittiğinde Beth karakterini pek çok perspektiften görmüş ve analiz etmiş oluyoruz ve kendisiyle empati kurabilir hale geliyoruz ki bunu her yapım öyle kolayca başaramıyor. Kendisinin yıllar boyunca hem karakter hem de dış görünüş olarak yaşadığı değişimi (duruşu, yürüyüşü, bakışları bile) ve bu değişimin getirdiği sonuçları, satrançtaki ofansif oyun tarzının aslında hayata karşı tepkisi oluşunu, alkol ve ilaç bağımlılığıyla nasıl baş ettiğini, her şeye rağmen hayatın satrançtan ibaret olmadığını keşfetmesini, yüksek hayal gücü ve sezgilerini sistematik bilgilerle birleştirip en iyisi olma yolunda attığı adımları, bu erkek egemenliğindeki düzende mücadelesini ve daha nicelerini izlerken Beth sanki çok uzun zamandır tanıdığım bir yakınım oldu çıktı. Beth’i çok mu sevdin derseniz hayır aslında o kadar da sevmedim fakat kendisini bu kadar detaylı bir şekilde tanıyabilmek hoşuma gitti. Ayrıca dizinin müzikleri de Beth’in bu sahneleri ve atmosfer ile uyum içindeydi.
Beth’in arada yenilmesi de yine hoşuma gitti, bir ara “galiba bu kız hiç kaybetmeyecek” diye telaşa düşmüştüm çünkü hiç yenilmemiş olsaydı üstte söylediğim gerçekçilik ve doğallık baltalanmış olacaktı bana kalırsa. ‘Üstte söylediğim’ demişken unutmadan ekleyeyim, dizinin sanki gerçek bir hayattan kesitler izliyormuşuz gibi hissettirdiğinden bahsetmiştim. Bunun biraz da normal olmasının sebebi ise dizinin aslında dünyanın en iyi satranç ustalarından olan Bobby Fischer’ın hikâyesini Beth Harmon karakteri üzerinden anlatması. Beth de aynı Bobby Fischer gibi ezberden uzak bir satranç anlayışına sahip. Onun da Fischer gibi sıkıntılı bir aile geçmişi, satranca obsesyon derecesinde bir bağlılığı, Sovyet satranç ustalarının dominant olduğu bir dönemde adım adım en tepeye ulaşan yolculuğu bulunmakta (Benzerlikler saydıklarımdan daha da fazla, görmek isteyenlere Bobby Fischer’ın hayatını anlatan ve başrolde Tobey Maguire’ın olduğu “Pawn Sacrifice” filmini tavsiye ederim).

Dizide hoşuma giden ve yazmak istediğim son şey ise dizinin ismi olmuş. The Queen’s Gambit’in Türkçesine Vezir Gambiti diyebiliriz (Satrançta bizim Vezir dediğimiz taş yabancılarda Queen yani Kraliçe diye geçer). Vezir Gambiti satrancın önemli açılışlarındandır. Yüksek çeşitliliğe sahiptir ve bir tür meydan okuma barındırır (aynı Beth’in hayatı gibi). Gambit ise satrançta oyunu kazanmak için bir taşın feda edilmesidir. Ayrıca Queen yani Vezir, satrançtaki en özgür ve bağımsız taştır. Beth’in dünya şampiyonu olma yolunda hayatta feda ettiklerini ve toplum içinde kendi özgürlüğünü nasıl elde ettiğini düşündüğümüz zaman, dizinin isminin içeriğiyle büyük bir uyum içinde olduğunu ve Beth’in hayatını sembolize etmekte önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz.
Şimdi de gelelim dizinin zayıf bulduğum kısımlarına. Öncelikle Beth’in geçmişini ve anne-babasını fazla boşlukta bırakmışlar. O kısımlar hep ileride çözülecek olan gizem unsurları olarak yansıtılmış fakat hiçbir çözüme ya da sonuca kavuşmuyor. Tahminim onları Beth’in gözünden yansıtıp seyirciye de Beth’in bildiği kadarını göstermeyi tercih etmişler ya da 2.sezon olursa o zaman bir şeyler öğreneceğiz. Ama yine de daha fazlasını görmeyi isterdim. Onun dışında ne karakterlere ne de olaylara hiçbir şekilde hizmet etmeyen, zaman doldurmak için yazılıp çekilmiş ve içi boş birkaç sahne vardı. Bunlar öyle çok fazla değildi ancak sıkıcılardı. Bir de son ve en önemlisi; temelde baktığımız zaman aslında çok klişe bir hikâye işlenişi var ortada. Klasik bir “dipten zirveye bazı zorluklar çekip bunları aşarak çıkma” teması var. 7 bölüm boyunca hiçbir sahnede şaşırmıyorsunuz, neler olacağı az çok belli oluyor. Beklendik şeyler oluyor hep, pek özgün değil ama eğlenceli ilerleyiş ve daha önce saydığım sebeplerden dolayı rahatça içine çekmeyi başarıyor (Bir de burası biraz SPOILER’dır, diziyi izlemeyip en ufacık bir şey dahi öğrenmek istemeyenler sonraki paragrafa geçebilir isterse. Beth kızım sen nasıl hayırsız, insafsız, vefasız, değer kıymet bilmez bir kızmışsın da Shaibel’i bir kere bile ziyaret etmedin hatta neredeyse cenazesine bile gitmeyecektin Jolene olmasa, bir de adama borcunu da ödememişsin yuh yani!?!? Kul hakkı kaldı resmen üzerinde be).
İşte böyle, “The Queen’s Gambit” bazı klişelerden sıyrılamasa da benim genel anlamda oldukça beğendiğim ve tavsiye edebileceğim bir yapım olmuş. Ha yine de bence öyle herkesin övdüğü kadar muazzam, über süper denilecek bir yapım kesinlikle değil ancak Netflix’te keyifli bir şeyler arayanlara gönül rahatlığıyla önerebilirim. Ben de şu kaybolmuş satranç takımımı bulup çıkarayım da biraz özlem gidereyim…
Yazı: Doğuş Karabulut
One thought on “En Güçlü Kişi, Hayatta Yalnız Kalmaktan Korkmayandır – “The Queen’s Gambit” İnceleme”
Comments are closed.