Mer haa baa! Karşınızda yine ben! Bugün güzel bir gün sevgili okurlarımız, bugün dünya üzerinde en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Paul Thomas Anderson’ın ya da nam-ı diğer PTA’in 51. doğum günü. Öncelikle doğum günün kutlu olsun baya bir zeki ve yaratıcı reis. 1970’ler sonrası Hollywood’dan kopuş başlayıp da Amerikan bağımsız sineması topraktan filizlenince, zamanla karşımıza işte böyle başarılı isimler çıkageldi. 1988 yılında yani 18 yaşında, “The Dirk Diggler Story” kısasıyla yazarlık ve yönetmenlik camiasına ayağını basan Paul Thomas Anderson, maşallah sonrasında fersah fersah yol kat etmiş ve nasıl bir yönetmen olduğunu beynindeki labirentin içinde bizi gezdirerek hepimize çok çeşitli şekillerde göstermiş bulunuyor.
Uzun metraj camiasına ise 1996 yılında çektiği (bakınız burada da henüz 26 yaşında) “Hard Eight” ya da diğer ismi ile “Sydney” ile giren sevgili Paul Thomas Anderson, daha ilk filminden (sonraki filmlerinde de sık sık göreceğimiz) Philip Baker Hall, John C. Reilly, Philip Seymour Hoffman gibi isimler ile çalışıyor ve hatta karşımıza Samuel L. Jackson’ı bile çıkartıyor. Ortaya harikulade bir film çıktığını söylememe ise herhalde gerek yoktur. Ancak bu yazıda esas hedefim sizlere Paul Thomas Anderson’un benim beynimde kariyerini üçe bölen, en sevdiğim üç filminden kısacık da olsa bahsetmek ve sizi Paul Thomas Anderson ile tanıştırmak.

Favori üç filmimi saymadan önce size PTA filmleri ile ilgili birkaç kapsayıcı bilgi vermek bana büyük keyif verecektir. Efendim öncelikle eğer ki bir Paul Thomas Anderson filmi izleyecekseniz kesinlikle tarih sırasına dikkat ederek izleyiniz. Çünkü bu beyin yaş değişikliğinin sinemasını ve anlatım tarzını gözle görülür şekilde değiştirdiğini düşünüyorum. Dolayısıyla eğer sabrınız yetiyorsa, ki öyle aman aman çok da niceliksel anlamda büyük bir sinematografisi yok, en başından alınız ve sıra sıra yukarı doğru geliniz. Hee tarih demişken, kendisi başrolünde Bradley Cooper’ın yer aldığı ve isminin “Soggy Bottom” olduğu varsayılan yeni filminin çekimleri için sete girmiş durumda.

Paul Thoman Anderson filmlerinin ikinci en önemli özelliği ise her zaman ve her zaman keskin renkler kullanılmasıdır. Keskinden kastım tam olarak canlı değil ama… Renkler soluk olsa dahi ekrana baktığınızda ortamın kullanılan baskın renk tarafından nasıl da domine edildiğini hemen fark edersiniz. Üçüncü bilmeniz gereken özelliği ise bu filmlerin hepsinin çok kuvvetli insan tahlilleri içermesidir. Paul Thomas Anderson, her filminde adeta bir karakter cerrahı kesilir başımıza. Keskin çizgilerle ayrılmış iyiler ve kötüler göremezsiniz, insan denilen canlının gerçekten yin ve yang gibi iyi içinde kötü – kötü içinde iyi dengesinden ibaret olduğunu türlü vasıtalarla anlatır size. Bir bakmışsınız iyi gördüğünüz bir karakter pedofili çıkmış, bir bakmışsınız aslında sorunları olan masum bir çocuk sahtekâr ve kaprisli bir adama dönüşüvermiş. “Öyle kolay kolay taraf tutmacılık yooook! Hayat futbol maçına benzemez!” der size Paul Thomas Anderson, işin en güzel tarafı da bunu her zaman o kadar birbirinden farklı ama her biri o kadar iyi yazılmış karakterler ile yapar ki filmin sonunda tüyleriniz diken diken olmuştur mutlaka.

Son olarak ise PTA’nın uzun diyaloglar sevdiğini de belirtelim. Eh, bu izleyiciye genelde uzun süreli filmler olarak dönse de hiç sıkılmadığım için beni iyi yazılmış diyaloglar her daim mutlu ediyor. Şimdi haydi gelin bu kıymeti yeteri kadar bilinememiş, duygusal psikopat reisin benim tarafımca en sevilen 3 filmine şöyle bir göz atalım.
1- Paul Thomas Anderson sinemasına giriş: “Boogie Nights”

1996’da uzun metraj camiasına adımını atmış Paul Thomas Anderson, 1997’de hız kesmeden ikinci uzun metraj işini çekiyor: “Boogie Nights”. İlk kısasında da konu edindiği Dirk Diggler karakteri ile uzunca baş başa kaldığımız “Boogie Nights”, annesi ile sorunlar yaşayan 17 yaşındaki Eddie Adams’ın (Mark Wahlberg), garson olarak çalıştığı kulüpte ünlü porno film yönetmeni Jack Horner (Burt Reynolds) tarafından keşfedilmesini ve akabinde olanları anlatıyor. Bana kalırsa PTA’in esas tanınırlığa eriştiği film olan “Boogie Nights”, kafasının içinde neler olduğunu anlamak için güzel bir başlangıç olacaktır.
2- Tesadüfler sinemasının ustalık eseri: “Magnolia”

Birçokları için kenarda köşede kalmış olsa da bana Paul Thomas Anderson’ın sinema başyapıtı nedir diye sorsalar, bir dakika bile tereddüt etmeksizin vereceğim cevap bellidir: “Magnolia”. PTA’in daha 29 yaşındayken böyle bir film çekebilecek yetenekte olması beni ayrı şekilde şaşırtırken, böyle bir kurgu ortaya koyabilmesi ise beni bambaşka şaşırtıyor. Filmin konusu hakkında genel bir bilgi vermem ne mümkün ne de doğru…Sekiz ana karakter çevresinde şekillenen aslında çok bağımsız görünümlü sekiz hikâyeden ortaya “dünya küçük, hayat kısa” lafının ne kadar doğru olduğunu anlamamızı sağlayan bir şaheser çıkarmış Anderson. Replikleri ayrı güzel, sinematografisi ayrı güzel, oyunculukları ise apayrı güzel… Paul Thomas Anderson’ı Berlin Altın Ayı ile evine döndüren “Magnolia”, hayatınıza dokunan kafanıza replikleriyle kazınan o çok özel filmlerden. Filmin müziklerinin ise Aimee Mann tarafından yapıldığını ve her sahneye yapboz gibi uyduğunu belirtmeden geçmeyeyim. İzleyenlerin ne demek istediğimi anlayacağı, izlemeyenlerin ise izlerken benim yaşadığım tüylerin diken diken olması hissini yaşayacağı o efsane repliği de buraya bırakayım: “This is something that happens…”
3- Paul Thomas Anderson’ın duygusal olgunlaşma dönemi: “Phantom Thread”

Biliyorum ki burada hepiniz biraz şaşırdınız. Siz beklediniz ki bir “There Will Be Blood” gelsin ya da “The Master” bu listede olsun. Hayır efendim hayır! Her ne kadar PTA’nın sevmediğim filmi olmasa da ben kendisinin tarikat-cemaat bağlantılarını işlediği o döneminden çok da büyük keyif almadım. Benim sevdiğim Paul Thomas Anderson, insanı insan yapan ögelerle yani duygularıyla anlattığı filmleriyle öne çıkan Paul Thomas Anderson. O sebeple tekrardan diğer filmlerini de çok sevdiğimi belirterek, 2017 yapımı “Phantom Thread” filmine geçiyorum. Baş rolde PTA ile samimiyeti “There Will Be Blood” filminden sonra hepten almış yürümüş, çağımızın herhalde en yetenekli oyuncularından olan Daniel Day-Lewis’i (Oscar adayı da oldu ama artık 4. olmasın diye vermediler herhâlde) izliyoruz.

Sıkıntılı ilişkiler, toksik aşlar, nefretle yoğrulan tutkular izlediğinizi mi düşünüyorsunuz? Daha hiçbir şey görmediniz… Bir ilişki, aşk nasıl olmazı bu kadar şairane ve ustaca işlemeyi başarmış Paul Thomas Anderson, son filmi ile bir kez daha kalbimin orta yerine bir cumhuriyet kurup gitmişti. 2 saat 11 dakikalık bir görsel şölen olan “Phantom Thread”, 1950’lerin İngiltere’sinde yaşamış aşırı ünlü ve başarılı modacı Reynolds Woodcock’ın güzelliğe olan hayranlığını, güzellik kavramını, estetiğe âşık olmayı, bireyselliği, saplantıları, takıntıları ve bu listeyi uzatacak daha nice kavramı bize aktarıyor. İzleyin de bir bakın bakalım: Aşk aslında birine ihtiyaç duymak mı?
Yazı: İnci Ece Akyalçın
Useful info. Fortunate me I discovered your website accidentally,
and I’m surprised why this accident didn’t took place
in advance! I bookmarked it.