
“Mer haa baa” diye neşeyle açmak isterdim bu yazımı da yine… Ancak son 1 haftadır hepimizin gözü öyle şeyler gördü, kulakları öyle şeyler duydu ki hissettiğim tek duygu içimin ezilmesi maalesef. Hektarlarca ormanı kül olan bir ülke ve bunu izlemeye mahkûm edilen biz. Evleri, malları, hayvanları kül olan ve belki de canlarıyla sınanan memleketimin o güzel insanları, hepinize geçmiş olsun. Tüm bunlara rağmen belki denk gelir de bir nebze birilerinin kafası dağılır diye yazımı yine de yazmak istedim. Şimdiden iyi okumalar, umarım bir nebze de olsa yüzünüzü güldürebilirim. Evet efendim, bugünkü konumuz afişten de anlayacağınız üzere Netflix’in daha geçen hafta vizyona giren son yapımlarından olan “The Last Letter From Your Lover”.

Ünlü romantik roman (filme uyarlanan) “Me Before You”nun yazarı Jojo Moyes’un aynı isimli romanından uyarlanan “The Last Letter From Your Lover”, Nick Payne ve Esta Spalding tarafından senaryolaştırılıp Augustine Frizzell tarafından yönetilmiş. Augustine Hanım’ın yönetmenlik işine en yakın olarak “Euphoria” dizisinin pilot (ilk) bölümünden aşina olabilirsiniz. Filmin başrollerinde ise “The Fault in Our Stars” ve “Divergent Serisi” ile yakından tanıdığımız Shailene Woodley’i, adı anılmayasıca “Fantastic Beasts and Where to Find Them 2” filminden tanıdığımız Callum Turner’ı ve “Theory of Everything”den çok iyi bildiğimiz Felicity Jones’u izliyoruz. Görüyorsunuz işte yine bir kitap uyarlaması… Sinema sektörü bitti azizim bitti! Resmen koskoca sanat dalı roman uyarlamalarıyla biyografilerin köpeği oldu da kimse sesini çıkarmıyor. Yahu nerede o kendine özgü işleriyle bildiğimiz eski “written & directed” reisler ya?! Nostaljik serzenişimi de ortalığa saldığıma göre filmle ilgili konuşmaya devam edebilirim.

Filmimizin konusuna gelelim: “The Last Letter From Your Lover”, 1965 senesi ve günümüz arasında sıçramalar yaparak geçmiş bir hikâyeyi ve bugün o hikâyenin bir gazetecinin eline geçen tesadüfi mektuplar sonucunda deşifre edilme çabalarını konu alan romantik bir film. Aşırı zengin ve ilgisiz eşi ile sıkıcı bir hayat yaşayan Jennifer’ın evlerine gelen gazeteci Anthony ile yaşadığı aşkı anlatan mektuplar, sonrasında mektupları bulan Ellie’ye (Felicity Jones) de yeni bir aşkın kapılarını açıyor.
Şimdi itiraf etmek gerekirse ben bu filmi şu şekil izledim: Ashgar Farhadi’nin yeni çıkan ve gelmekte olan filminden evvel hazır Mubi’de görmüşken hafıza tazelemek adına tekrar bir “A Seperation” izleyeyim dedim, o bitince de “Varam aşırı boş filmler yapan Netflix’i açam da aşırı boş bir şeyler izleyem kafam dağılsın…” diyerekten bu filmi açtım. Ancak ve ancak her zamanki memnuniyetsiz halimin yakası yine bırakılmadı. Ben ne yapayım sevgili okurlar?! Adeta filmler sıraya girip bana göm diyor resmen. Her şeyden önce bu film var ya bu film, bildiğiniz “Letters to Juliet” filminin konusundan çarpılmış gibi bir film. Ya bu yazar hanım neden intihalimsi hallere büründü anlamadım ama izleyenler dediğimi çok iyi anlayacak. “Eskiden yazılmış mektup bulam, sahibinin peşine düşem, gidem bulam mektupları verem, o arada da âşık olam” diyen diyene adeta sevgili okurlar. Ben bu kepazeliklere gelemem!

Hikâye inanılmaz yavan ilerliyordu. Eğer 1 saat 50 dakikamı bir romantik filme veriyorsam o filmden yegâne beklentim 10 dakikada bir saate bakmamaktır. Hikâyenin yavanlığına eklenen ve filmi çekilmez çile yapan en büyük diğer faktör ise başrollerdi. Yav Allah aşkına bu kast direktörlerini de mi artık eş dosttan torpille seçiyorsunuz? İki gözü olan herkes bu başrollere bakıp şunu rahatlıkla söyleyebilir: Sıfır kimya! Karakterler öpüşsün diye beklememiz gerekirken bir noktadan sonra “Aman tamam çok uzatmayın işte hadi!” gibi keyifsiz ve tahammülsüz nidalar salıverir oldum okurlar. Yani bu bir romantik film için kepazelik değil de daha nedir?
Felicity Jones’un karakteri ve Nabhaan Rizwan’ın karakteri için de maalesef aynı şeyi söyleyeceğim. Yani aralarında sıfır (0) elektrik vardı resmen. Gerçekten çok şaşkın ve sinirliyim sevgili okurlarım. Bu kast direktörü kimse kendisine mail atıp yol yakınken başka bir mesleğe yönelmesini söyleyeceğim. Oyuncuların duyguları bana zerre geçmedi, hikâye bana zerre dokunmadı. Ay tüm bunların yanında bir de klişe final gelmesin mi? Geldi gerçekten ya… Dil altı hapımı getirin.

Filmle ilgili hiç mi hoşuma giden bir şey yok? Var efendim! Filmin sanat yönetmenine ve kostüm tasarımcılarına koskoca bir alkış. Gerçekten son derece isabetli 60’lar dekorasyonları ve kostümleri kullanılmıştı. Film için seçilen mekanlar da bir o kadar izlerken sıcak bir duyumsama yaşamanıza sebebiyet veriyordu. Bunun dışında oyuncuların performansları da gayet ortalama, kabul edilebilir performanslardı. Ancak zaten bu kadar dandirik filme de herhalde olağanüstü performanslar çıkarmak çok da olanaklı değildir diye düşünüyorum. Bunun dışında ise öyle çok sevdiğim bir şey yoktu.
Yazımın sonuna geldim. Vallahi normalde bu filmi yazmazdım bile sevgili okurlarım ama biraz kafaları dağıtmaya yardımım olsun istedim. Kendinize iyi bakın canlar! Sevgilerim zarfın içinde, konuyu biliyorsunuz!
Yazı: İnci Ece Akyalçın