
Mer haa baa! İşte buradayım, yine sizinleyim. Ne mutlu! Şaka şaka mutlu olduğum falan yok zira çok da umrumda değilsiniz. Neyse efendim yine filmler hakkında çene çalmaya geldiğim bir yazıdayız. Bugün üzerine konuşacağımız filmimiz ise 2020’de çok konuşulmuş, gelmekte olan 78. Altın Küre Ödülleri’nde de Drama Dalında En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde adaylık almış bir filmimiz: “Sound of Metal”.
Filmimizi incelemeye geçmeden önce filmin genel hatlarıyla künyesine bakmakta fayda var, hep söylerim… “Sound of Metal” başrollerinde Riz Ahmed ve Olivia Cooke’u izlediğimiz, kameranın arkasında ise daha öncesinde “Loot” isimli belgeselin yönetmenliğini yapmış ve ünlü film “The Place Beyond the Pines”ın senarist kadrosunda yer alan Darius Marder’in oturduğu bir dram filmi.

Gelgelelim filmimizin konusuna. “Sound of Metal”, beş yıldır birlikte olan ve ilişkileri gayet de mutlu ilerleyen müzisyen çift Ruben ve Lou’nun hayatına odaklanarak açılıyor. Ruben ve Lou kendilerine bir müzik grubu kurmuşlar ve bu grup dahilinde barlara çıkıp müzik yapıyorlar. Lou gitar çalıp aynı zamanda vokal yaparken Ruben davulu ile grubun ritim ayağını oluşturuyor. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki yaptıkları müzik trash metal olarak nitelendirebileceğimiz sertlikte. İçinizde müzikle ilgilenenler varsa çok iyi bilirler, bir yaştan sonra çok iyi korunsan bile müzisyenlerde fazla gürültüye maruz kalmaktan kaynaklı duyu kayıpları gözlenir. Hele ki bu tarz sert müzik yapan gruplarda böyle talihsizliklere daha sık rastlanır ve bu talihsizliklerin odak noktasında çoğu kez gariban davulcular oturur. İşte gariban Ruben de bir gün aniden kulağında baş gösteren duyma kaybına başta aldırış etmese de ertesi sabah uyandığında kendisini neredeyse tamamen sağır olmuş olarak bulur. Filmimizin devamı ise Ruben’in yaşadığı bu aşırı tatsız olay etrafında şekillenir. Dolayısıyla bu noktadan sonra karşınıza SPOILER çıkabilir. Filmi izlemeyenlere veda vakti bu paragrafın sonudur. Sonra yok efendim ben bunu niye okudum, yok efendim niye spoiler verdin vs. konuştuğunuzu duymak istemiyorum. Tschüs!

Filmin devamında Lou’nun, Ruben’in doktorunun tavsiyesi üzerine Ruben’i işitme engelli çocuklar için kurulmuş bir tesise götürdüğünü görüyoruz. Ancak tesisin başındaki Vietnam gazisi işitme engelli bey, Lou’nun orada kalamayacağını söyleyince, Ruben de tesiste kalmak istemiyor. Ancak ertesi sabah uzun süredir planladıkları turneye Lou tek başına gidiyor ve Ruben’i tesise gitmesi için bu şekilde zorlamış oluyor. Filmin öyküsünün buraya kadar aktardığı fedakârlık kavramını bu noktada sorgulamaya başlıyoruz. Zira Lou’nun bileklerindeki kesik izlerinden ve Ruben ile ilişkisinden geçmişinin çok da sağlıklı olmadığını anlıyoruz. Ancak Ruben’i çok sevmesine rağmen refleksi onun yanında kalmak değil onu yalnızlığa terk ederek kendince doğru bulduğu yola girmeye zorlamak oluyor. Bu da bana insanların ilişkilerde ne denli bencil olabildiğini hatırlatan nüans oldu diyebilirim. Hak etmeyenlere fedakârlık gösterme sevgili okur! Bugün gösterdiğin fedakarlıklar yarın gelir bir yerini tırmalarlar!

Filmin esas derdi, seyirciye göstermek için kıvranıp durduğu kısımlar da işte bu kazık halinden sonra iyiden iyiye baş göstermeye başlıyor. Ruben bu terk edişi asla kazık olarak görmüyor tabii… Görmemesi de lazım zaten ya, dediğim gibi filmin bir derdi var. Tesise yatan Ruben işaret dili öğrenmek gibi temek eğitimler ile sürecine başlıyor. Ancak Ruben’in içinde çok büyük bir boşluk var, Ruben büyük bir çaresizlik denizinde yüzüyor. Hayatını adadığı müzik artık hayatından çıkmış durumda ve tekrar davuluna yaklaşması söz konusu bile değil. Yaklaşırsa zaten ritmi duyamayacağı gibi kulak zarına daha da büyük bir zarar verebilme ihtimali var. Dolayısıyla Ruben’in tek odaklandığı şey ameliyat olmak, implant taktırmak ve eski hayatına geri kavuşmak. Ancak bu süreçte bir duyusunu kaybetmek Ruben’e çaresizliğin yanında öz farkındalık da getiriyor. Belki de hayatın sırrına erişmiyor ancak hayatın nelere kadir olduğunu ve ne için ne şekilde yaşadığını sorguluyor Ruben. İzleyici olarak bize de Ruben ile hayatlarımızın merkezine aldığımız şeylerin gerçekten merkezde olmayı hak edip etmediğini sorgulatıyor “Sound of Metal”. Kariyer, arkadaşlar, sevgililer… Senin var oluş sebebin bunların var olması olmuş diyor kısacası bize filmimiz ve yumruğunu final sahnesi ile atmaya hazırlanıyor. Duymak için bu kadar çaba sarf etmişken duymaktan kendi iradesi ile vazgeçen Ruben… Hayatı daha net gören bir Ruben…

“Sound of Metal”, uzun metraj kurgu film yönetmenlik tecrübesi olmayan Darius Marder için takdir getirecek nitelikte bir iş olmuş. Hiç mi eksiği yok, her şeyi mi kusursuz? Tabii ki değil. Bana kalırsa en büyük boşluk, senaryodaki aceleci tavırdı. Bir noktaya vurgu yapmaya çalışırken “şunu da anlatayım, bu da olsun” denmiş ve senaryo bazı yerlerde fazlaca dağınıklaşmıştı. Bu da izleyicinin bazı sahnelerde duyguları normalde hedeflenenden daha yüzeysel yaşamasına mal olmuştu. Ama dediğim gibi bu bir “ilk kurgu film” olduğu için hem yönetmen hem de senarist koltuğunda gördüğümüz Darius Bey’i mazur görmemizde bir sakınca yok. Kaldı ki bazı sahnelerden normalden daha az bir duygu ile ayrılmışken, Ruben’in duyması ile ilgili yaşadığı karmaşayı anlatan bazı sahnelerden ise (özellikle duş sahnesi ve protezlerin takıldığı ilk sahne) fazlası ile empati ve duygu ile ayrıldık.

Bu noktada bahsedilmesi gereken bir husus da Riz Ahmed ve Olivia Cooke’un oyunculuklarıydı. Özellikle Riz Ahmed’i daha çok gördüğümüz için kendisine takdirlerimizi ileterek başlayalım. Her saniyesinde Ruben’in çaresizliğine ve acısına bizi ortak etti. Zaten Hollywood Yabancı Basın Birliği de bu oyunculuğu takdir etmiş olacak ki kendisini 28 Şubat akşamı 4 meslektaşı ile adaylık keyfi derken izleyeceğiz. Ancak Olivia Cooke’un adını anmadan da geçmeyelim. Bu hanımefendiyi ilk kez “Me and Earl and the Dying Girl” filminde izlemiş ve orada da beğenmiştim. Yıllar Olivia Hanım’a daha da yetenek getirmiş olacak ki az konuşup yalnızca bakarak bize duygularını ne kadar da güzel aktardığını yine ve yeniden görmüş olduk.
Eveeet efendim, geldik yazımızın sonuna. Eğer derseniz ki “Yav deli, bu film acıklı bi’ şeye benziyor illa izlememiz mi gerek? Çok mu bayıldın?” Hayır, bayılmadım. Benim için 6 / 10 bir filmdi. Zaten hemen girip her zamanki gibi IMDB’ye puanımı yapıştırdım. Bir de ne göreyim filme 7,8 / 10 vermişler. Ben size diyorum ben bu siteyle anlaşamıyorum :D. Neyse, IMDB’ye de çirkeflik yapmayayım çünkü bundan IMDB’nin haberi olmayacak ve ben boşuna enerji harcamış olacağım. Ancak her ne kadar 6 / 10 desem de filmi sinema dünyasından çekip tek başına bir ilk film olarak değerlendirdiğimde etkilendiğimi de belirtmek zorunda gibiyim. O nedenle, yapacak daha iyi iki saatlik bir işiniz yoksa siz bu filmi izleyin. Sonra da gelin bana iletişim kutusundan ya da Instagram hesabımızdan fikirlerinizi söyleyin az muhabbet edelim. Hepinizi çok öpüyorum ve saygılarımı zarf ile tarafınıza tebliğ ediyorum. Aman evden ayrılmayın yoksa “kargosu gelmeyen kadın / adam” olursunuz.
Yazı: İnci Ece Akyalçın