“Only Lovers Left Alive” Film İncelemesi

only lovers left alive

İnsan ne için yaşar? Çok kısa fakat özgül ağırlığı bir o kadar fazla olan bu soru, insanın tarih boyunca aradığı yegâne şeydir. Düşünsel tarihimizin ortaya çıktığı ilk dönemlerden bu yana kendi varlığının nedenini arayan insan için aşılması imkânsız bir duvar gibidir bu soru. Bu soruyu durduk yere karşıma çıkaran kişi ise, Amerikan bağımsız sinemasının en önemli temsilcilerinden biri olan Jim Jarmusch. Yönetmenin 2013 yılında gösterime giren “Only Lovers Left Alive” filmi, felsefenin en temel sorunlarından biri olan akıl ve varlık meselesini, alegorik bir anlatımla önümüze seriyor.

Yüzyıllardır hayatta olan iki vampirin (Adam ve Eve) aşkı etrafında şekillenen hikâye, modern dünyanın iki zıt kültürünü yansıtan Tanca ve Detroit şehirlerinde geçerken, bu modern dünyanın içinde tamamen yabancılaşmış olan Adam, Detroit kentinin karanlık bir köşesinde terk edilmiş eski bir evde yaşarken; Eve, Tanca’nın aydınlık ve kalabalık merkezinde meraklı bir gözlemci gibi insanlığa bakıyor. Yönetmen daha ilk bakışta kurduğu dünyanın kutuplarını izleyiciye gösteriyor. Tanca kentinin dar ve aydınlık sokaklarında mistik doğu ezgileriyle gezerken, Detroit’in karanlık ve geniş caddelerini, terk edilmiş endüstri binalarını görüyoruz. Bu zıtlık batılı bir yönetmen olan Jarmusch’un, oryantalist bakışıyla beraber, içinde yetiştiği kültüre olan mesafeli tavrını da izleyiciye gösteriyor.

Ana karakterlerden Adam, umutsuz ve saf bir sanatçıdır öyle ki filmdeki bir diyalogda sevgilisi Eve ile konuşurken ünlü besteci Schubert’in Adam’ın ona verdiği besteler sayesinde ünlendiğinden bahsedilir. Teknolojiden oldukça arınmış eski evinde besteler yapan Adam günümüzde ise bu besteleri kendi tabiri ile zombiler dediği insanlarla paylaşmak istemez. Eve ise edebiyata meraklı, kitaplarla dolu bir evde yaşayan ve günümüz dünyasında gözlemci rolü ile dikkat çeken bir vampirdir. Eve, insanlara karşı Adam gibi bakmaz, onların davranışlarını yargılamaz zaten insanlardan üsttedir. Günümüz dünyasının çarpıklığı onun için tarih senaryosunun bir bölümüdür yalnızca, o büyük tiyatronun locada oturan onur konuğudur. Ve filmin en otantik karakteri olan Marlowe, Tanca’nın dar sokaklarında alelade bir kafede oturan büyük edebiyatçı. Bu kişi 16. yüzyılda yaşamış İngiliz şair ve yazar Christopher Marlowe’un ta kendisidir. Filmde bu karakterin aslında Shakespeare olduğuna ilişkin tarihsel söylentilere de gönderme yapılmıştır.

Jarmusch, vampir karakterle günümüz dünyasına yönelik eğlenceli bir yergi yaratmıştır. Vampirlerin en önemli özellikleri hem ölümü hem yaşamı tatmış olmalarıdır. Onlar yaşamın içinde, onun anlamını aramaya çalışırken yazının başında değindiğim imkânsız duvarın ötesine geçip başkalaşmışlar ve tekrar yaşama dönmüşlerdir. İnsanların kanını emip, onları da başkalaştırma yetisine sahip olan bu varlık, Jarmusch’un gözünde tüketim alışkanlıkları, kıymet bilmez tavrı ve açgözlülüğü yüzünden insandan kaçmaktadır. Yönetmen bu durumu o kadar egzajere etmiştir ki, Adam kan ihtiyacını karşılamak için doktor kılığında bir hastaneye gidip önceden anlaştığı bir doktora bir tomar para vererek ondan “temiz kan” talep eder. Bu sahne bile modern insanın çürümüşlüğünü seyirciye fazlasıyla göstermektedir. Vampir, ebedi yaşamın ve insan varlığının doğada içkinliğinin temsiliyken. Modern insan ise, kendi kanını para karşılığı bir vampire satacak kadar çürümüş ve yaşamdaki nedenselliğin içinde aklını bir amaç için kullanması gerekirken doğanın içinde bir araca dönmüştür.

Vampir metaforu, insanın akıl yoluyla araçsallaştırdığı doğanın içinde sıradan bir varlık olduğunun farkına varmasını sağlayan başkalaşımı simgeler. Ana karakterler Adam ve Eve arasında kurulan zıtlık burada da kendini gösterir. Adam’a göre insanı başkalaştırarak, ona neden yaşadığını gösterme çabası aslında boşunadır. İnsanların dünyaya karşı tavırları ona göre kum saatinin dibindeki kumlar gibidir. Eve ise bu umutsuzluğu anlamsız bulur, ona göre yalnızca kum saatini çevirme vakti gelmiştir. Eve için insanlığın tüm trajedileri birer eğlenceden ibarettir. Adam’ın bu ruh haline ilişkin eğlenceli bir anekdot da Eve ile Marlowe’un sahildeki konuşmalarında geçer. Adam hakkında konuşurlarken Eve, Adam’ın bu durumunun Byron, Shelley ve bir avuç salak Fransız’ın suçu olduğunu söyler. Bahsi geçen bu iki isim İngiliz şairler Percy Bysshe Shelley ve Lord Byron’dan başkası değildir. Romantizm akımının önemli temsilcilerinden olan bu iki şair, Adam’ı zehirlemiş modern dünya karşısında onu umutsuz bir karaktere dönüştürmüştür. Sanat tarihine ilişkin bu referanslar aslında boşuna değildir, insanın akla verdiği önem ve rasyonel düşünce tarzının onu esas yaşama amacından kopardığını düşünen romantiklere göre önemli olan duygulardır. Filmin başından bu yana çeşitli karşıtlıklardan yararlanan Jarmusch iki ana karakteri bu açıdan da zıt kutuplara iter ve izleyiciye bir seçim yapma fırsatı verir.

İnsanın akıl yoluyla varlığını keşfetmesi ve kendini doğanın merkezinde konumlandırmasını alaylı bir şekilde eleştiren Jarmusch, film boyunca ortaya koyduğu zıtlıkları da ironik biçimde bilimsel bir kuramla bağlar. Vampirlerin, dünyanın en önemli sanat eserlerini çıkardıkları, günümüz toplumunu oluşturan insanın bu dünyadaki yerinin tamamen fuzuli bir işgal olduğu hissinin verildiği filmin son sahnesinde Adam, Eve’e kuantum dolanıklığını anlatır. Kuantum fiziğine göre evrende etkileşim halinde bulunmayan benzer durumdaki iki parçacık bir eşzamanlılığa sahiptir. Bu parçacıklar evren içinde birbirilerinden ne kadar uzakta olursa olsun birinde meydana gelen bir değişim diğerini de etkilemektedir. Adam ve Eve isimleri, teolojik bir çağrışımdan ziyade maddenin birbiriyle zıt ancak dolanık iki parçasının temsili gibidir.

Yaşamanın amacını, tanrısal buyruğa bağlayan, yüzyıllar boyunca akıl yoluyla doğayı araçsallaştıran insanın hazin sonu yine kendisinin başkalaşmış hali tarafından getirilir.

Konuk Yazı: Baran Noyan

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir