
Mer haa baa! İşte yine buralara geldim… Görüşmeyeli nasılsınız? Aşılar olundu selelere dolundu mu? Neyse efendim boş boğazlık etmeye gerek yok. Bugün sizinle aslında 2019 yapımı bir film olmakla birlikte MUBI’de ilk gösterimi yapılacağı için aylardır her yerde reklamı yapılan “First Cow” ya da dilimizdeki adıyla “İlk İnek” filmini konuşacağız (Ne hikmetse ilk defa birebir çeviri yapmışlar). Yönetmen Kelly Reichardt’ın Jonathan Raymond’ın “The Half-Life” isimli romanından uyarladığı “First Cow”, 2020 Berlin Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Yönetmen kategorisinde Altın Ayı’yı Kelly Hanım’a getirmiş. Bir Amerikan Bağımsız Sineması örneği olan filmin konusu ise Kuzey Amerika kıtasında ilk yerleşme faaliyetleri sırasında Amerika’nın Batı kesimlerinde yolları kesişen ve arkadaş olan Cookie (John Magaro) ile King-Lu (King-Lu)’nun arkadaşlıklarından aksiyonlu bir kesit diyebiliriz.

Buradan sonra film için spoiler uyarımı vereyim… Sonra yok efendim daha da gel anlat az anlattın, yok efendim sen ne biçim insanmışın minvalinde şeyler duymak istemiyorum! Cookie bir grup kürk avcısına aşçı olarak katılıp batıya seyahate çıktığında doğada yemek aradığı bir gece Ruslar tarafından arkadaşı öldürülen ve karşılığında Ruslardan birini öldürmüş olan kaçak King-Lu ile karşılaşır. Ruslardan saklanma macerasında Cookie, King-Lu’ya yemek ve yatacak yer sağlayarak yardım eder. Kader ikilimizi daha sonra başka bir bölgede karşılaştırır ancak bu defa King-Lu hayatını yoluna koymuş ve başını dertten kurtarmıştır. Yardımının karşılığı olarak Cookie’yi evine davet eder. Ancak konu döner dolaşır ve köy meydanında gördükleri ve köylülerin de üzerine bolca çene çaldığı ineğe gelir, zira bu inek o yöredeki “İlk İnek”tir. Aşçı olan Cookie’miz hemen ineğin sütüyle neler yapılabileceği hakkında hayaller kurmaya başlar ve ticari kafası adeta bir Kayserili gibi çalışan Çinli birey King-Lu’nun aklına ineğin sütünü gizlice çalıp halka lokma yaparak satma fikri gelir.

Efendim buraya kadar dümdüz bir arkadaşlık hikayesi anlatılıyor gibi gözükse de bu filmimizin esas gayesi aslında bölgenin ne şartlar altında ele geçirildiğine ışık tutmak. Sürekli olarak “beyaz adam” referansı ile karşı karşıya kaldığımız filmimiz, daha kıtaya ilk yerleşim emarelerini gösteriyor. İngiliz sömürgecilerin kapitalist tutumunu ve dönemin zengin kesiminin sosyolojik yapısını karakterlerimizin gözünden Toby Jones’un hayat verdiği (ineğin de sahibi olan) tedarikçi karakteri ile izliyoruz. Kızılderili kabileleri katlederek Amerika Kıtası’na konan üstünde güneş batmayan ülke vatandaşı tedarikçimiz, bölgenin feodal toprak ağası rolünü üstleniyor aslında. Ana karakterlerimizin her gece süt çalarak pişirip sattığı lokmaların methini duyan tedarikçimiz işte o noktada hikayemize dahil oluyor ve öykünün sınıflar arası çatışma bakış açısı sahneye çıkmış oluyor.

Öykünün Kızılderili karakterleri ve beyaz adam referansları sömürgeciliğin bir tarafını (ve en acı tarafını) bize gösterirken, ana karakterlerimizin sütünü çaldığı tedarikçiye kendi sütüyle elde ettikleri ürünü satması ve hatta başka ürün siparişi alması, imkansızlıklar içindeki insanın hayalleri uğruna giriştiği yolu gösteriyor. Sık sık tedarikçi hakkında konuştukları “O, sütünü çaldığımızı anlamayı bırak burnunun ucunu bile göremez, saçma zengin dertleri var.” minvalindeki cümleler ise aslında sömüreni sömürmenin fakirin gözünde ne şekilde meşrulaştığını, dolayısıyla da sınıfsal çatışmaları gözler önüne seriyor. Bu yolun etik değerlendirmesini yapmak ise seyirciye kalmış; ancak fakirlik içinde yaşayan insanları gördükten sonra harika tasarlanmış evinde ekmek elden su gölden yaşayan kodaman tedarikçiye çok da üzülemediğimizi de belirteyim.
Filmin sonuna çok girmek istemiyorum, zira o zaman iş tamamen tatsız bir hale bürünüyor. “First Cow”, benim çok büyük bir beklentiyle başına oturduğum, hatta reklamlarını gördüm göreli gösterim tarihine hatırlatma kurup beklediğim bir filmdi. Peki o kadar ederi var mı? Öncelikle sinema hususunun çok şahsi bir zevk olduğunu ve herkese farklı açılardan dokunduğunu belirtelim. “First Cow” yönetmenlik ve sanat yönetimi bakımından neredeyse 9 / 10 bir film diyebilirim, evet. Nesnelerin anda yakalanışı, mekanların filmin atmosferine uyumu ve fazlasıyla doğa kokan renkler harikaydı. Ama… Gelgelelim biraz amamız var sevgili okurlar… Filmin ilk 1 saati boyunca derin derin nefesler aldım, başımıza gelecekleri ya da aksiyonu bekledim. İki saat süren bir filmin yarısını bu şekilde beklemek ne kadar hoşnutluk vericidir takdir sizin sevgili okurlar. Örneğin film diyaloglarıyla öne çıkan bir kesit hikayesi olsaydı, bu durgunluk beni rahatsız etmezdi ve kendimi iyi yazılmış diyalogların ahengine bırakırdım. Fakat “First Cow” aslında bir arkadaşlık ilişkisi üzerinden toplumsal eleştiri yapma gayesi olan, hikayesi kesit üzerine değil olay üzerine kurulmuş bir öykü. Ancak kanımca serim, düğüm, çözüm iskeleti izleyici üzerinde filmin etkisini azaltacak şekilde kurulmuş.

Neyse efendim 1 saati atlattınız, düğüm kısmına sonunda geldiniz diyelim. Her şey o kadar bariz şekilde gelişiyor ki… Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli olur değil efendim adeta Pazartesi’den belli. Bir sahnede gördüğünüz herhangi bir detaya bakıp “Aa böyle olacak herhalde…” dediğiniz her şey hakikaten de öyle oluyor. “Çehov’un silahı” dediğimiz olguyu ironik olarak her şeyiyle burada görebilirsiniz sevgili okurlar. Hal böyle olunca artık ben sinirlendim tabii, dedim ki herhalde harika vurucu bir final olacak ve Harun Kolçak gibi kanıma girecek bu inek reis. Yok efendim yok! Final de basbayağı “Tamam size bu kadar film yeter.” tadında bitti.
Arkadaşlar kusuruma bakmayın ama ben bir filmden duygu akışı alamayacaksam (ki buradaki arkadaşlık kavramının çok ön planda olması taahhüdü filmin açılışındaki alıntıyla verilmişken onu da alamadık), had safhada titiz diyaloglar alamayacaksam, zekice kurulmuş bir senaryo alamayacaksam e bana geriye alacak sinematografiden başka ne kaldı?! Aylardır beklediğim film gerçekten hırsızlık yaparken yakalanıp kaçacak iki adamı izlemek için miydi? Amerika’nın sömürülmesini bundan çok daha etkili şekilde anlatacak filmler önerebilirim size, kaldı ki beyaz adamın ne kadar da kaka olduğunu görmem ya da İngiltere’nin kapitalist düzenini çözmem için bu filme gerçekten ihtiyacımız var mıydı onu da bilemiyorum.
Kısacası sevgili okurlarım, “First Cow” bana hiçbir şekilde geçemedi maalesef… O kadar da üzgünüm ki size anlatamam, zira büyük bir yoğunluktan çıkıp bu kadar zamandır beklediğim bu filmin bir harika olmasını dilerdim. İlla dağ taş izleyecektiysem keşke açıp tekrar “Nomadland”i izleseydim (Meraklısı için “Nomadland” üzerine yazdığım incelemeyi burada bulabilirsiniz). Ancak tüm bu hüznümü Kelly Reichardt’a da yükleyemiyorum sevgili okurlarım, bu hanımefendi bir yönetmen olarak yapılabilecek en iyi işi yapmış. Zaten Berlin’de de yönetmenliği harika şekilde taçlanmış. Sadece benim nezdimde görselliğin profesyonelliği maalesef hikâyenin sıradanlığını örtemedi. Umarım siz filmi izleyip benim yakalayamadığım o büyüyü yakalayabilmişsinizdir. Hepinizi çok seviyorum ve sevgilerimi zarf içinde adresinize gönderiyorum. Aman dikkat, açarken kâğıt elinizi kesmesin!
Yazı: İnci Ece Akyalçın