Sevgili okuyucularım, merhaba! Web tabanlı yeni medya ana akım haline gelmiş durumdayken internet bağlantısının stabil olmadığı yer ve zamanlarda multimedya ortamlarının çeşitliliği ve verimliliği oldukça kısıtlanıyor hâliyle. Yıldırım düşmesi sonucu televizyon aletinin de kullanılamaz duruma geldiği işte böylesi bir yer ve zamanda, kullanıcısı olduğum GSM operatörünün klasik televizyon kanallarını da içeren televizyon izleme programına özgülediği internet kotasını kullanmak suretiyle TRT 2 yayınına eriştim. Biliyorsunuz, TRT 2 yayın hayatına geri döndüğünden beri izleyicilerine deyim yerindeyse “seçmece” bir akşam sineması kuşağı sunmakta. (Sinema kuşağının etkileyici açılış jeneriğini aşağıdan izleyebilirsiniz.) Bu hafta sizlerle, bu kuşakta seyrettiğim “Son Çıkış” filmi hakkında ileri geri konuşacağız.
Her inceleme yazımda olduğu gibi önce künye… 2012 yapımı filmin yönetmen koltuğunda daha önce yerli bağımsız sinemamızın “Canavarlar Sofrası” ve “Kusursuzlar” adlı örneklerinde rejisine tanıklık ettiğimiz Ramin Matin oturuyor. Bir saniyesi bile boşa geçmeyen oldukça akıcı senaryo, roman türünde de üreten yazar Can Kantarcı’nın kaleminden çıkma. İstanbul’un boğucu atmosferini, gökyüzü göstermeyen beton perdelerini, yani kısacası gerçek yüzünü eksiksiz bir biçimde aktararak izleyiciye o iç sıkıntısını hissettiren görüntü yönetmeni ise Tayman Tekin. Oyuncu kadrosu da her biri tanıdık simalar olan Deniz Celiloğlu, Ezgi Çelik, Gizem Erdem, Müfit Kayacan, Tanfer Yaşar German, Kerem Fırtına, Sedat Kalkavan, Selim Makaroğlu, Gökçen Gökçebağ, İbrahim Selim, Pınar Töre, İpek Türktan, Tekin Ezgütekin, Cihat Süvarioğlu, Tevfik Erman Kutlu ve Ayşenil Şamlıoğlu isimlerinden oluşuyor.

Spoiler oluşturacak pek bir durum yok esasında. Çünkü filmimiz günlük hayatın gerçekliğinden yola çıkan bir durum komedisi. Yine de hassas bünyeler için uyarımı yapmış olayım. Kalan sağlar, gelin birlikte bakalım bu keyifle seyredilecek filmde neler var?
Beyaz yakalı Tahsin (canlandıran Deniz Celiloğlu) mesai bitiminde işten çıkar. İstanbul trafiği her zamanki gibi berbat. Evde ise kendisini fiilen çoktan bitmiş olan sorunlu evliliği bekliyor. Fakat kayınpeder Kutluğ Bey’in (canlandıran Tanfer Yaşar German) evliliğin bu durumundan haberi yok. Kızı Alev (canlandıran Gizem Erdem) ve damadı Tahsin’i akşam yemeğine çağırmış. Ama bu salt aile içi bir akşam yemeği değil, iş de konuşulacak. Neden? Çünkü Tahsin’in mimar olarak çalıştığı inşaat firmasının sahibi Kutluğ Bey’in ta kendisi. Hâl böyleyken, akşama doğru işten çıkıp havanın kararmasına rağmen evine varamayan Tahsin direksiyonu bi’ bira içip gevşemeye diye her zaman takıldığı bara kırıyor.
Mekânda bir süre yurt dışına gidip dönmüş olan eski arkadaşı Siren (canlandıran Ezgi Çelik) ile karşılaşıyor. (Bu arada Siren çok isabetli bir isim seçimi olmuş, aşağıda bu konuyu konuşacağız.) Siren, beyaz yakalı işini bıraktığını ve organik tarım yaptığı kırsal bir hayat yaşadığını anlatıyor. Oradaki kafa rahatlığını ballandıra ballandıra anlatıyor. Tahsin zaten bıkkın yaşadığı hayatın koşullarından. Hani Siren de değişmiş görmeyeli, bir başka güzelleşmiş. Bu atmosferde pek kolay ikna oluyor Tahsin ve ertesi gün yola çıkmak üzere Siren’in çağrısına olumlu yanıt veriyor.

Kayınpederin inşaat firması kentsel dönüşüm projeleri odaklı bir beton canavarı. İstanbul’un çeşitli semtlerindeki gentrification süreçlerinde pay sahibi bir şirket. Tahsin evde pencereyi açıyor. Dayanılmaz bir zırıltı, gürültü, patırtı… Biliyor ki müsebbiplerinden biri de kendi çalıştığı yer. İyice bileniyor. Bir hışım şirket binasına gidip toplantı odasını basıp sinema tarihinin en eğlenceli istifa sahnelerinden birine imza atıyor. Patron kayınpederin “Puh sana!” çıkışı ve Deniz Celiloğlu’nun aşırı doğal oyunculuğundan beslenen Tahsin’in “Ne ‘puh’u ya! Yalnız terbiyesizlik etmezseniz onu da araya eklemek isterim.” replikleri ile tırmanan istifa sahnesini büyük bir keyifle izledim. Ama tabii ki öyle “bastım istifayı, vurdum kapıyı çıktım” şeklinde işlemediği için gerçek hayatta bu istifa mevzuları, toplantı odasından çıkar çıkmaz telefonu ve arabayı bırakmak zorunda kalıyor Tahsin. Ve İstanbul keşmekeşiyle baş başa bir gün böylelikle başlamış oluyor.
Oyunculuklar çok başarılı, her biri müthiş doğal bu performanslara tanık olmalısınız. Bu beğenimi sunmuş olayım, bu cepte! Filmin bu İstanbul koşuşturmacası bölümü içinse Tahsin’in şirket otoparkından yürüyerek çıkıp gün ışığından gözlerinin kamaştığı noktadan itibaren eserin yaratıcı kadrosuna övgüler dizmeye başlayabilirim. Bu nasıl İstanbul’un romantize edilmemiş gerçek yüzünü damarlarında hissedip ne eksik ne fazla aktarmaktır? Bu nasıl her saniyeye aşırı gerçekçi bir İstanbul detayı iliştirip yine de göze batmamaktır? Bu nasıl İstanbul halkının her gün karşı karşıya kaldığı berbat durumları bire bir vererek o tanıdık hissiyat sayesinde güldürmektir? Alkışlar, tebrikler!
Misal veriyorum: Minibüs sahnesi, 50 lira bir kişi ücretin para üstünün gelmemesinden sağ şeride yanaşmadan kapıyı açıp yolcu indiren minibüsten inen yolcunun yaşadığı motosiklet çarpma tehlikesine kadar o berbat ötesi gerçekçiliği içeriyor. Metrobüs mü dediniz? Tekinsiz alt geçit seyyar satıcısından üst geçit merdivenlerindeki flakkacı bonzaici gençlere ve hatta akbil doldurma makinesindeki şaşmayan “Girdiğiniz para geri verildi!” uyarısına kadar var. Metrobüs güvenlikçisi rolünde ise Cihat Süvarioğlu’nu görünce bir gülümsedim. Zira geçtiğimiz sezon kendisini “Gönül Dağı” dizisinin Ramazan karakterindeki başarılı performansı ile severek izledim.
Yeri gelmişken, adı geçmişken bu diziye övgülerimi de ayrı bir paragraf açıp sıralamak isterim. “Gönül Dağı” TRT 1 kanalında yayınlanan bir komedi / aile dizisi ve inanın içimizden gelmeyerek ödediğimiz TRT katkı payının bu diziye giden kısmını helal ettirecek cinsten bir yapım. Öykücü Mustafa Çiftçi’nin eserlerinden esinlenen dizi hem çok içten hem çok komik. Yetmezmiş gibi epey fazla karakter içermesine rağmen her bir karakterin (en kıyıda köşede kalan yan karakterin bile) ince ince işlenmiş uzun zamana yayılan bir hikayesi var. Üstüne bir de o türküler yok mu? Güncel yerli dizi arayanlara tavsiye edilir efendim.

Neyse, dönelim “Son Çıkış” filmine. Baş karakter Tahsin, İstanbul’dan kaçmaya çalıştıkça curcunaya daha bir dalıyor. Debelendikçe aşağı çeken bir bataklık gibi yakalıyor İstanbul Tahsin’i. Adamımız daralıp bunaldıkça ekran karşısındaki izleyicinin de içi sıkılıyor. Fakat bu esnada Tahsin’in içine düştüğü trajikomik durumlara daha önce kendi yaşadığınız rezillikleri hatırlayıp gülmekten de kendinizi alamıyorsunuz. Bu sırada etrafınızı göğü kapatan beton perdeler sarıyor. Gülerken bir anda etrafınızın nasıl da sarıldığını fark edip o nefes darlığını hissediyorsunuz. Bu anlamda bazı karelerdeki kadraj çok ama çok iyi. Öyle ki kamera ne yana dönerse dönsün, görüntü ne yöne akarsa aksın asla gökyüzünü göremiyorsunuz. O iç sıkıntısını ekran karşısından yaşarken bir yandan da kapıda başka bir olumsuzluk olduğunu hissediyorsunuz. Örneğin canhıraş bankamatik arayışının sonunda mutlaka bir terslik çıkacağını en baştan hissediyorsunuz. Neticede görüyorsunuz ki patron kayınpeder elbette karta da el koymuş.
Yerli bağımsız sinemamızdaki hâkim üslup olsun, Fransız Yeni Dalgası (La Nouvelle Vague) olsun, Yeni İran Sineması’nın üçüncü kuşağı olsun adeta sıradan bir hayattan herhangi bir kesiti alıp bize izletircesine gerçekçi eserleri çok beğenirim. (Belki bir gün La Nouvelle Vague akımı ve sinema sanatındaki süregelen etkisi hakkında etraflıca sohbet ederiz.) “Son Çıkış” filmindeki bunca gerçekçi anlatım arasında eğreti duran bir husus gözüme batıyor. O da kahvehane sahnesi. Şöyle ki, mahalle kahvehanelerinde hâkim olan umursamaz ve bıkkın bir hava vardır. Bu tavır hem kahveciye hem de müşterilere sirayet etmiştir. Birinci gözlemim bu atmosferin dozuyla ilgili. Sanki dozajı pek ayarlanamamış da kahvehaneye ekstra bir gergin hava eklenmiş gibi duruyor. İkincisi ise Tahsin’in telefonunu kullanmayı rica ettiği kahvehanedeki arıza tip (canlandıran Kerem Fırtına). İlgili sahnede bu eleman Siren’in telefon numarasını yazdığı polaroid (şipşak) fotoğrafı görünce değişik kaş göz hareketleri yapıyor. Telefonunu kullandırırken de fotoğrafa yan bakışlarla rahatsız edici jest ve mimikler devam ediyor. Filmin akışı her sahne başka bir olumsuzluğu doğurur biçimde ilerlediği için izleyicide bu yönde bir beklenti oluşuyor. Tahsin, bu şahsın telefonuyla Siren’i aradığında, dolayısıyla Siren’in numarası o telefonun arama geçmişine kaydolmuş oluyor. Kısacası filmin birbirini tetikleyen olaylar dizisi biçimindeki akışına uygun düşecek bir sahne eksik kalmış bana kalırsa. Örneğin, Siren filmin bir noktasında çalan telefonuna bakıp kendine özgü dobra üslubuyla “Eeh! Kim lan bu arayıp duruyor?” gibisinden bir tepki verebilirdi. İzleyiciler olarak biz, onun kahvehanedeki arıza tip olduğunu sezerdik ve önceki sahne havada kalmamış olurdu. Yani madem devamı olmayacaktı, kahvehanedeki elemana neden bu denli göze batan dikkat çekici hareketler yaptırıldı?
Eleştiri oklarımı sadağıma geri koyup (Sadak: Okçuların oklarını koydukları sırtlarındaki torba. Öğrendik biz de Mete Gazoz kardeşimizden bi’ şeyler. Bulmacada falan işinize yarar, hadi yine iyisiniz :D) filmdeki birkaç başarılı detaydan daha söz etmek istiyorum. Tahsin’i arabayla havaalanına yetiştirmeye çalışan ikili (canlandıranlar Selim Makaroğlu ve Gökçen Gökçebağ), ortada hastalık vesaire gibi bir acil durum olmadığını anlayınca birden ciddileşiyorlar. Bir “durumu ciddiye bindirme” işareti olarak radyonun sesini kısmaları mükemmel bir detaydı. O esnada yandaki inşaatın güvenlik görevlisinin (canlandıran Tevfik Erman Kutlu) “Mimar Tahsin Bey”i tanıması ise iyice tüy dikiyor.

Daha sonraki mahalle berberi (canlandıran Müfit Kayacan) sahnesinin saça sıkılan ne idüğü belirsiz fısfıs ve iğrenç derecede kirli havlu dahil bütün ince ayrıntıları çok iyiydi. Berber çırağıyla ustanın saçma sapan agresif ilişkisi ise kahkaha attırdı. Yine taksici (canlandıran Sedat Kalkavan) sahnesi ve zabıta kovalamacasına gayriihtiyari kapılmasıyla yaşanan seyyar satıcı (canlandıran Tekin Ezgütekin) sahnesini anmadan geçmek olmaz. Tam 9 sene önce çekilmiş bir film ve o zamanlar da Katarlı iş insanları muhabbeti var. Hatta Katarlı devlet erkanının geçişi yüzünden trafiğin kesilmesi şeklinde bir detay da var.

Durum komedisinin keyfini kaçırmamak için her eğlenceli anı anlatmayacağım. Fakat filmin yıldızı Ayşenil Şamlıoğlu Hanımefendi’nin konuk oyunculuğunun yaşattığı keyifli dakikalardan bahis açmadan olmaz. Bizim Tahsin, berberde parası çıkışmayınca yine yeniden kaçarken Bediha Hanım’a (canlandıran Ayşenil Şamlıoğlu) rastlıyor. Fırsat bu fırsat, torbaları yüklenip Bediha Hanım’ın evine doğru yollanıyor. Ardından Bediha Hanım’ın özel karışım keyif çayıyla hem Tahsin’e hem de izleyiciye gelen rahatlama, “Bediha Hanım teyzemize 5 çayına gitsek ya ara sıra!” dedirtiyor. Bu sahnede çalan Barış Diri’ye ait “Gülümsüyorsun Mutluyum” adlı şarkı da ayrı hoşuma gitti. Müziğin filmde çalındığı keyif çayı sahnesini kullanma kolaycılığı yerine, filmde yer alandan farklı bir İstanbul trafiği sekansı içeren ayrıca çekilmiş bir klibi bulunan bu gülümseten şarkıyı birlikte dinlememiz için hemen buraya bırakıyorum.
Barış Diri beğenerek dinlediğim bir sanatçı bu arada. Kendisini Ertan Saban, Ali Atay ve Aslı Enver’in başrollerini paylaştığı “Mutlu Ol Yeter” dizisinde kullanılan “Yine Gönlüm Karardı” şarkısıyla tanıyıp sevmiştim. Daha güncel olarak da “Masumlar Apartmanı” dizisinde sıkça çalan “Derinden / bazen hayat çok kötü gidiyor ve ben onu nasıl anlatacağımı bilemiyorum” (evet, şarkının adı bu) şarkısı illaki bir yerlerde kulağınıza çalınmıştır. İkisi de hisli şarkılardır, dinleyiniz, benden tavsiye. Bu arada laf lafı açıyor. “Mutlu Ol Yeter” de oldukça güzel bir diziydi ama ne yazık ki geleneksel televizyon izleyicisi tarafından yeterince ilgi görmeyerek yayından kaldırıldı. Halbuki bugün bile açıp izlediğimde, Ertan Saban’ın Babür rolündeki harikulade performansına kahkahalara boğuluyorum. Ertan Saban da kendisini Erdal Özyağcılar ustalı “Elveda Rumeli” dizisindeki Alex rolüyle geniş kitlelere tanıtmıştı. Laf lafı açıyor dedik. Yakın zamanda koronavirüs illeti yüzünden aramızdan ayrılan “Elveda Rumeli”nin Komitacı Dimitri’si Luran Ahmeti’yi de sevgiyle anmadan geçmek içime sinmezdi. Sanki “Laf lafı açıyor” dediğimi hatırlar gibiyim. Ertan Saban’ı ilk olarak Malt adındaki Türkçe rock grubunun “Deprem” şarkısına çektiği 2006 tarihli klipte Demet Evgar ile sergilediği performansta görüp tanımıştım. Hadi o klibi de bıraktım aşağıya, biraz gürültü duyalım da modumuz yükselsin!
Ne diyorduk? Evet, “Son Çıkış”. Efendim, bu film içeceğini yudumlarken ne bileyim çerezini patlamış mısırını yerken hoşça vakit geçirmek isteyenler için birebir. Zira filmin üslubu ziyadesiyle akıcı. Siz gülümseyip kendinizi görüp hayıflanıp yer yer düpedüz gülerken film de hiç sıkmadan akıp gidiyor. “Ve olaylar gelişir” tarzında, durum komedisi soslu bir talihsiz serüvenler dizisi. Bahsettiğim gibi gerçek hayattan tanıdık kesitler sunmayı da ihmal etmiyor.
Akla şu soru gelebilir: Gidebildi mi bari Tahsin İstanbul’dan? Evet, sonunda gidiyor ama ırgatlık kolay mı öyle? Beyaz yakalının neyine tarlada, bahçede, serada kazma kürek sallamak? Bir zamanların beyaz yakalısı, sistemin içini gayet iyi bilen Siren işi ticarete dökmüş bile. Yukarıda Siren isim seçiminin neden çok isabetli olduğundan bahsedeceğimi söylemiştim. Yunan mitolojisinde sirenler meçhul bir adada yaşadıklarına inanılan dişil amfibik canlılardır. Dış görünüş olarak denizkızına benzeyen ve insanla beslenen bu mitolojik yaratıkların yaşadıkları adanın etrafı yalçın kayalıklarla çevrilidir. Sirenler aşırı güzel sesleriyle şarkılar söyleyip denizcileri büyülerler ve kayalıklara çarpmalarına neden olurlar. Kazazede denizciler kendilerine yardım eli uzatan sirenleri geri çevirmezler. Böylece sirenlerin çağrısına kulak vermenin bedelini yem olarak öderler. Filmde de Siren karakteri, kurduğu tarımsal üretim işletmesini huzur ve rahatla dolu bir köy yaşantısı gibi sunuyor. Zaten İstanbul’daki beyaz yakalı hayatından kaçmaya meyilli Tahsin’in, Siren’in çağrısına kulak vermesi pek de güç olmuyor. Fakat aslına bakılırsa Siren insanları komün hayatı tahayyülleriyle aldatıp ücretsiz çalıştıran, yatacak yer olarak yetersiz niteliklerde bir çadır koyup yiyecek bir lokma bile vermeyen, özetle vahşi kapitalist eğilimleri had safhada olan bir patrondan başka bir şey değil.
Tüm bunlar karşısında Tahsin’in ne yaptığını ise filme bırakıyorum. İyi seyirler efendim. Bu arada İstanbul özlenirmiş sevgili okuyucularım, tecrübeyle sabit. Belki kendisi değil de içindekilerle bir bütünlük teşkil eden İstanbul’dur özlenen. Dönüp de içindekileri tam kadro bulamayacak olmak var ya, işte o his bir hayli buruk. Haydi, kalın sağlıcakla.
Yazı: Burak Orhan