
Mer haa baa! Ben geldim, beni özlediniz mi? Bir süredir teknik aksaklıklar sebebiyle aranızda yoktum; ancak çenemi yalnızca bir buçuk hafta tutabildim. Bugün size uzun süredir izlemek isteyip bir türlü fırsat yaratamadığım bir filmin incelemesi ile geldim: “Ruben Brandt: Collector”.
Filmimiz ile ilgili çene çalmadan önce biliyorsunuz ki CAP (Cahil Aydınlatma Programı) kapsamında siz sevgili okurlara filmin künyesini vermeyi ve aydınlanma çağını evinize getirmeyi çok severim. Dolayısıyla haydi gelin filmimize bir bakalım kim yapmış, bu film ne anlatmış? “Ruben Brandt: Collector”, 1995 yılında Berlin Uluslararası Film Festivali’nden “My Baby Left Me” kısası ile Altın Ayı’yı kucaklayarak dönen Macar animasyon sanatçısı Milorad Krstic’in resmen yalnızca ikinci filmi. Ay resmen inanamıyoruz Milorad Bey siz bizi neden kendinizden mahrum ediyorsunuz, rica ederiz bu üretkenliğimizi artıralım!
2018 yapımı animasyon filmi “Ruben Brandt: Collector”ın konusu ise, ünlü psikoterapist Ruben Brandt’in büyük sanatçıların tablolarının varyantları şeklinde gördüğü kabuslar etrafında şekilleniyor. Resmen bu kabuslardan dolayı gün yüzü görmez olmuş Ruben Brandt, türlü hırsızlara sanat ile terapi uygularken kuruluşuna sınır tanımaz yeni bir hırsız katılıyor, “Mimi”. Ruben’in kâbusları ve panik ataklarına çözüm olarak ise Mimi ortaya dahiyane bir fikir atıyor: “Haydi Ruben’e dadanan bütün portreleri çalalım!”.

Mimi’nin de katılımıyla tamam olan hırsız ekibimizin bu eylemine onay veren, hatta yardım da eden Ruben’in sakin karakteri ve kariyeri ile taban tabana zıt düşen bu hareketi ise ne kadar problemli bir süreçten geçtiğini bir kez daha vurguluyor. Tüm bu hırsızlıklar sonucunda ise hırsızın tek kişi olduğunu düşünen kamuoyu hırsızımıza “Collector” yani “Koleksiyoncu” lakabını takıyor. Bunlar olurken ise peşlerinde azılı bir ajan olduğunu da belirtelim, Mike Kowalski.

Şimdi gelelim fasulyenin faydalarına; ancak uyarayım eser miktarda (belki de çok) spoiler ile karşılaşabilirsiniz. Eğer bu konu sizin hassas kalbinize BionTech alerjisi yaratacaksa rica ederim ısrar etmeyiniz, başka bir yazıya gidiniz. Ruben Brandt’in konusunun orijinalliği beni gerçekten ilk saniyesinden içine aldı. Her sahneyi hikâyenin karşımıza ne sürprizler çıkaracağını merak ederek izledim. Esas övgüyü hak eden öncelikli nokta ise film için kullanılmış animasyon tekniğiydi. Tamam, yönetmenimiz animasyon sanatçısı olduğu için kaliteli çizgiler şaşırtıcı olmayabilir; fakat ortaya çıkan işin sıra dışı görüntüsü bir sinema sever olarak beni fazlasıyla tatmin etti.
Bir diğer fazlaca sevdiğim husus ise sanat ve rüya kavramlarını odak noktası haline getiren bu filmin işlenişinin de son derece sürreal oluşuydu. Her bir karede, en ufak detayda bile günlük akışa ustaca yedirilmiş hayalsi ögeler, biz yaratıcı sinemayı sevenlerin gözlerinden kalplar çıkardı. Bir bakıyorsunuz bir köşede iki suratlı biri, bir bakıyorsunuz üç tane göz, biri iki boyutlu, biri iki burunlu… Hayal dünyası bir hücre ise “Ruben Brandt: Collector”ın hücre çeperini fazlasıyla zorladığını söylememde bir sakınca yok. Hee bir de bu anlattıklarım 90’lar çocuklarının güzel kalbinde bir yerlere dokunuyor olabilir, kestiremediyseniz ben anımsatayım:

Woody Allen’ın “Midnight in Paris” filmini bayılarak izledikten sonra bu sanatsal / tarihi atıf olayı fazlaca hoşumuza gittiyse de “Ruben Brandt: Collector”ın çözümlemesini yapmak ya da en azından izlerken mümkün olan en yoğun şekilde keyif almak için gerçekten temel de olsa görsel sanat bilgisine sahip olmak gerekiyor. Resim, sanatsal birikim anlamında en zayıf olduğum nokta olduğu için filmi izlerken sürekli durdurup bahsi geçen eserlerin orijinallerine bakma yahut ufak çaplı bir okuma yapma ihtiyacı duydum. Sanat eserleri bir kenara, filmin aşırı Freudyen yapısı seyir keyfini artırmak adına bir tutam da psikanaliz fikri barındırmayı gerektiriyor bence, baştan söyleyeyim.

Filmin finali için tüm bu gizem ve yükselen tansiyon içinde seçilen “25. kare” olgusunu ise nasıl karşılayacağımı bilemedim gerçekten. Ama üstünden vakit geçip biraz düşündüğümde bu kadar gerçeküstü ve ince düşünülmüş bir hikâyeye daha incelikli bir son beklemek de çok olmaz diye düşünüyorum. Hele ki baba hikayesi fazla Yeşilçam şeklinde bitti… Filmle ilgili beğendiğim, ama çok beğendiğim, bir diğer nokta ise filmin gri-mor-mavi-siyah hakimiyetindeki soluk atmosferiydi. Hikâye ile ambiyansın adeta bir yapboz gibi birbiri içine geçmesini sağlayan nice güzel sihirli detaydan bir tanesiydi. Tüm seslendirme kadrosunun Macar olduğunu öğrendiğimde baya bir şaşırdım bu arada. Hepsinin İngilizcesi hiç fire vermeden çok iyiydi. Hatta İngilizcenin aksanlarına kadar ince işlenmişti dil unsuru. Ellerinize sağlık koskoca seslendirme kastı reisler!

“Ruben Brandt: Collector”ın beni büyülediği bir başka husus ise müziklerdi. Her müzik ile taçlanan sahnede yüzümde bir gülümseme ve aklımda “Bundan daha iyi bir tercih olamazdı” fikri peyda oldu. Bu kadar farklı olgunun bu denli iyi bir araya gelmesi ise çalışan sanat ekibinin gerçekten ne kadar işlerinin ehli olduğunu gösterir. Ve bakın dikkat ediniz, bu bir animasyon olmasına rağmen içine daldık ve övüp duruyoruz. Başarıyı takdir de sonuçta sizin takdirinizdir tabii…

Eveet sevgili okurlar geldik bir film incelemesinin daha sonuna. “Ruben Brandt: Collector” bana kalırsa tek kusuru kurgusal boşlukları ve yer yer klişeleri olan bir film. Ama bunu Milorad Krstic’in bu işte çok da profesyonel olmadığını hesaba kattığımda ben gani gani tolere edebildim. Eğer ki sanatsal göndermeleri, polisiyeleri, gizemleri ve bilinçaltı-bilinç akışı anlatımları seviyorsanız bu filmi sevme garantisi benden size hediye. Beğenmezseniz yorum olarak yazıp fikirlerinizi bize iletebilirsiniz. Hepinizi öpüyorum ve hürmetlerimi zarfa koyup adrese teslim gönderiyorum. Rica ederim evden çıkmayınız, sevgilerimi teslim alınız!
Yazı: İnci Ece Akyalçın