Merhaba sevgili okuyucularım. Hoş bulduk! Bu yazımda sizlere aykırı bir klasikten söz edeceğim: “Dogville”.

2003 yapımı filmin künyesinden başlayalım hemen. Yönetmen koltuğunda, aynı zamanda senaryoyu da yazan Danimarkalı sinemacı Lars von Trier oturuyor. Kendisini “The House That Jack Built”, “Nymphomaniac”, “Antichrist” gibi filmlerinden hatırlarsınız. Ama “Hvorfor flygte fra det du ved du ikke kan flygte fra? Fordi du er en kujon” adlı eserinden hatırlamazsınız misal. Yani hatırlarsanız da helal olsun, ne diyelim?! Oyuncu kadrosu ise başarılı oyuncu Nicole Kidman hanımefendinin yanı sıra Paul Bettany (kendisini John Nash’in yaşam öyküsünü anlatan “A Beautiful Mind (Akıl Oyunları)” filminde başarıyla canlandırdığı hayali karakter Charles rolünden hatırlarsınız), Zeljko Ivanek, Stellan Skarsgård, Ben Gazzara, Miles Purinton, Harriet Andersson, Lauren Bacall, Blair Brown, James Caan, Patricia Clarkson, Jeremy Davies, Philip Baker Hall, Siobhan Fallon Hogan, Cleo King, Bill Raymond, Chloë Sevigny gibi tiyatro kökenli isimlerden oluşuyor. Anlatıcı ise davudi sesiyle John Hurt. Kendisi ben küçükken CNBC-e kanalında izlediğim “Merlin” dizisindeki ejderhanın sesi olarak kalbimi kazanmıştı. Trier’in çoğu işinde birlikte çalıştığı dekordan sorumlu isim Simone Grau Roney’i de anmak şart. Kendisine giden alkışların sebebini birazdan anlayacaksınız.

Bir özel teşekkür de saygıdeğer büyük isim Antonio Vivaldi’ye! Zira kendisinin aşırı etkileyici “Nisi Dominius” eserinin “Cum dederit dilectis suis somnum” bölümü filmde tüyleri diken diken ederek tema müziği olarak yer alıyor. Bu arada İleri Geri Dergi olarak Korecilere de göz kırpalım. 😀 Şöyle ki Vivaldi’nin bu eşsiz eseri, şimdiye dek izlediğim mini diziler içerisinde oldukça iyi bir yerde konumlandırdığım “White Christmas” yapımında da çok etkileyici bir biçimde kullanılmıştı. Güney Kore yapımı, suç, gizem, gerilim türlerindeki sekiz bölümlük bu kaliteli mini diziyi de bu vesileyle önermiş olayım. Şimdi aşağıdan “Nisi Dominius” başyapıtını açın arka fonda ve detaylara geçelim…
Başta “aykırı” tabirini kullandım, çünkü bildiğimiz biçimde bir sinema eseri yok karşımızda. Bir prolog (bir tiyatro oyununda, esas meseleleri anlatmadan evvel daha önceki bazı olayların aktarıldığı bir nevi giriş bölümü, Türkçe tabiriyle “öndeyiş”) ve dokuz bölümden oluşan film üç saat uzunluğunda. Deneysel bir yaklaşım, hiç de çekimser olmayan bir doğrudanlıkla ortaya konmuş. Açılışta siyah zeminli, yapay aydınlatmalı, karanlık bir stüdyoyu kuşbakışı görüyoruz. Bu stüdyo, seyirci kısmı olmayan dört duvar bir tiyatro sahnesi gibi. Zemin, beyaz tebeşirle çizilerek adeta bir kroki gibi sokaklara, bölümlere, mekanlara ayrılmış.

Daha sonra kamera ev olarak ayrılmış bir yerdeki radyoya yakınlaşınca, tekrar uzaklaştığında alışıldık bir sinema filmi evrenine dönüşecek zannediyor seyirci ilk anda, ama öyle olmuyor. Teatral ve hatta yer yer pantomimik üslup film boyunca devam ediyor. Örneğin bir karakter var olmayan bir kapıyı tıklatır gibi yapıyor ve tam yerine rast gelen efektle tıklatma sesini, kapı açılış gıcırtısını, kapı çarpma sesini vesaire duyuyoruz. Bir karakter, öykünün evreninde var olan fakat fiziksel olarak var olmayan ağacın yanına gidince rüzgâr ve hışırtı ses efektiyle o varlık hissi veriliyor. Sabah olunca ışık düzeni değişiyor ve stüdyoya mavi gök rengine çalan beyaz ışık hâkim oluyor. Yemekler dahil her obje dekor, yemek yeme dahil çoğu eylem pantomim. Örneğin 4 Temmuz’daki bayram yemeği sahnesi… Kolaylıkla ortaya konabilen çeşitli basit teknik unsurlardan fazlasıyla güçlü bir anlatım üretilmiş. Grace’in (canlandıran Nicole Kidman) kasabanın her işini sırtlayan iş yükünü göstermesi maksadıyla kullanılan hızlı çekim tekniği de yine basit ve etkili bir seçim. Normalde böylesi temel düzeydeki sinematografik anlatım teknikleri basit ve çiğ kaçacakken bu eserde tamamen uygun kaçıyor ve tam tersine anlatımı güçlendiriyor. Hatta öyle ki başka türlüsü eğreti dururdu gibi geliyor. Anlatım, tüm bunlarla izleyicinin hayal gücünü harıl harıl işletiyor. Kameranın çoğunlukla sahnenin içinden planlar alması ise sahnenin içinden izleyerek eşsiz bir tiyatro deneyimi yaşadığım “Tırnak İçinde Hizmetçiler” oyununu aklıma getirdi. Adını anmışken bu oyunun sahne önünde ve arkasındaki yaratıcılarını bir kez daha ayakta alkışlayalım.

“Dogville” filminin 18 yıllık bir eser olmasından ötürü, spoiler niteliği taşıyabilecek ifadelerden kaçınmayacağım. Filmimiz, toplumcu edebiyatta sık karşılaşılan, “küçük çaplı bir taşraya gelen yabancı” öyküsü. Bu yer, her şeyiyle ama her şeyiyle küçük ve geri kalmış tam bir taşra kasabası. Geçim kırsal kaynaklardan sağlanıyor. Toplantılar kilisede yapılıyor. Nispeten kapalı bir toplum. Muhafazakâr anlayış zirvede ve yaşayışlarının her zerresine sirayet etmiş. “Filozof” tabiri aşağılayıcı bir hakaret olarak kullanılıyor. En mürekkep yalamış görünen kişi bile kent merkezinde dinleyeceği etkinliği “entelektüelvari” olarak niteliyor ve ekliyor: “O kadar da entelektüel değil çünkü aksi takdirde taşrada kimse onu dinlemez.”. Tabi bu arada “Oy verme için seçmen kayıt parası yevmiyeden pahalı olunca demokrasiye de ihtiyaç kalmıyor”.
İşte böyle bir yer Dogville kasabası. Ve Grace’in gelişinden itibaren soludukları hava daha ilk saniyeden beri gergin. Kasabalılardan biri olan Chuck’ın (canlandıran Stellan Skarsgård) “Bu kasaba tamamen kokuşmuş.” demesi de ilk andan beri bizi takip eden o garip huzursuzluk hissini güçlendiriyor. Yine nakliyeci Ben’in (canlandıran Zeljko Ivanek) sıfatını ilk andan itibaren gözünüz tutmuyor, o tekinsizliği etrafa saça saça veriyor karşıdakine bu herif! Bir diğer “mış gibilik” yahut “sümenaltıcılık” olarak, Jack’in (canlandıran Ben Gazzara) aslında kör olduğu halde evden çıkmayarak güya bunu gizlemeye çalışması ama aslında tüm kasabanın durumu bilmesi göze çarpıyor. Bu arada Jack’in lafa tuttuğu her kişiye bu maksatla tariflediği detaylı betimlemeler de “Bitmeyen Gece” eserinin görme engelli yazarı Mithat Enç’i kıskandıracak ölçüde. Kasabadaki herkesin kendilerinin değil de diğerlerinin yardıma olduğunu düşünmesini garipsiyor Grace. Bu nedenle herkesin rutin işlerinin bir ucundan tutarak yardımcı oluyor ve kendine iş yaratıyor. Aslında pek de var olmayan ihtiyaçlara yardım ediyor. Çünkü aslında bunların hepsi Grace yokken de bir şekilde halledilebilen işler. O olmamışlık, o uyumsuzluk, o “mış gibilik” izleyiciyi sürekli takip ederek rahatsız ediyor. Ama kasabalılar kabulleniyor gibi görünüyor Grace’i ve kilisedeki oylamada kalması yönünde oybirliğiyle karar veriyorlar. Bu arada oy sayımının sonuçlarının çan sesi ile ilanı sahnesi zekiceydi. Zira izleyici o esnada ister istemez o ana ortak ediliyor ve Grace gibi izleyici de pürdikkat kulak kabartıp çan seslerini sayıyor. Ama “mış gibilik” dedim ya… Grace’e yönelik “Bize olduğun kişiyi gösterdiğin için teşekkürler.” minvalinde bir cümle sarf edip güzel bir iltifatı (ben bu cümleyi kullanırım, yazdım deftere 😉) lügatime katan kasabalılar, bakın sonrasında ne haltlar ediyor?
Efendim, aslında Grace’in baboli, mafya lideri gibi eli kolu uzun kriminal bir tip. Kızı da babasının bu katı ve acımasız tavrından bıkarak evden kaçıyor. Peşinde babasının adamları, yollara vurmuşken, bu kasabaya sığınmayı çıkar yol olarak görüyor. Ancak babası peşini bırakmıyor ve devletten hatırlı kişileri araya sokarak kızı için sanki bir suçluymuşçasına “aranıyor” ilanı astırıyor her yere. Hani şu kovboy filmlerinde gördüğümüz başına ödül konulan “wanted” ilanlarından… Günün birinde kasabaya da ilan asılınca, kasabalılar bunu bahane ederek Grace’e olan davranış biçimlerini 180 derece değiştiriyorlar. Kadının muhtaç durumunu istismar ederek çok ağır çalıştırmaya başlıyorlar. Jack başta olmak üzere sürekli cinsel tacizde bulunuyorlar. Açıkça kötü davranıyorlar. Örneğin, Grace yanlışlıkla bir bardağı kırdığında, eli kan içinde kalmasına rağmen bardağı önemseyip Grace’i azarlıyorlar. Kasabadaki çocuklardan Jason (canlandıran Miles Purinton), zaten pür kötülük bir velet; artık dozajı iyice artırıyor. Ardından Chuck denen iğrenç herifin cinsel saldırıları seri hale geliyor. Fakat bu öylesine mide bulandırıcı bir kasaba ki Grace bu tecavüzlerin suçlusu ilan ediliyor. Kasabadaki diğer kadınlar, Grace’i “kuyruk sallamak” tabirini kullanarak itham ediyorlar. Chuck’ı “zaten ilkel bir adam” diye mazur görüyorlar. Grace’i cezalandırmak içinse kasabaya geldiğinden beri biriktirdiği paralarla aldığı kendisi için simgesel anlamı olan bibloları birer birer kırıyorlar. “Mış gibilik” dedim ya; Grace’e aşıkmış gibi davranan Tom da (canlandıran Paul Bettany) ayrı bir şahsiyetsiz! Göz yumduğu, olmasına izin verdiği ve hatta vesile olduğu şeyler düşünülürse, Tom’un bir anlamda p*zevenk konumunda olduğunu söylemek abes olmayacaktır. Nihayetinde kasabalılar, Grace’i her anlamda köleleştirdiler. Gerçekten de ayağına pranga vurup çalıştırdılar, tecavüz ettiler, şiddet uyguladılar… Herkese bir iyiliği dokunmuş olmasına rağmen, kasabalıların Grace’e karşılığı bu oluyor.

Bir detay vermek yerinde olur bu noktada: Kasabanın ortasından geçen ana yolun adı da tebeşirle yazılmış. Bu yolun adı Elm Sokağı. Wes Craven’in kült korku filmi “A Nightmare on Elm Street (Elm Sokağı’nda Kâbus)” düşünüldüğünde bu adlandırma, kasabanın kâbus gibiliğine tam uyuyor. Bir diğer dikkat çeken adlandırma tercihi de Tom karakterinin adı – soyadı şeklindeki tam ismi olan Thomas Edison. Bu tercihin bildiğimiz mucit Thomas Edison ile bir ilgisi var mı yahut bir gönderme mi amaçlanmış bilmiyorum. Dikkatimi çekti fakat buna yönelik bir bilgiye de rastlamadım.
Kasabadaki madenin girişinde yazan “Dictum ac factum” ifadesine de ayrı bir paragraf açmak istiyorum. Bu Latince deyimin ne demek olduğunu sizlere açıklayabiliyor oluşumu Roma hukukundan gelen bilgi birikimime borçluyum. Her ne kadar günümüzde hukuk fakültesi müfredatlarından çıkarılma eğilimine kurban gitse de zamanında gereken önemi verdiğime memnun olduğum bir disiplin Roma hukuku. Efendim bu deyimin bire bir çevirisi “Söylendi ve yapıldı”. Bir anlamı “kaderde yazılanın, ilahi düzeyde karar verilenin yerine gelmesi şeklindeki tevafuk” iken; materyal dünyamız ile daha çok örtüşen bir diğer anlamı da “söylenen şeyin yerine getirilmesi, söylenen işin yapılması” şeklindedir. Maden girişine yazılması da öylesine değil dolayısıyla. “Az laf çok iş” yani… Buradan yola çıkarak Nazilerin çalışma kampı görünümlü toplama kamplarının girişine yazılan “Arbeit macht frei” yani “Çalışmak özgürleştirir” cümlesine kadar gelebiliriz. Film boyunca da sıklıkla bu yazıyı görüyoruz ve söylenenler yapılmadığı için katlanılan birtakım kötü neticelere tanıklık ediyoruz. Örneğin, en başta babası olduğunu bilmediğimiz adamın Tom’a Grace hakkında “O benim için değerli. Bana yerini söyle. Sana ödül veririm.” gibi cümleler sarf etmesine rağmen Tom’un söylememesi. Yahut Tom’un güya Grace’in bu berbat kasabadan kaçmasına yardım etmek için söz verdiklerini asla yerine getirmemesi hatta tam zıttı eylemlerde bulunması. Bir yandan da “söylemesi kolay” tabii; Latince deyişin kültürümüzdeki yankılarından olan bu deyim boş bir laf değil ne de olsa…

Filmin sonlarına yaklaştığımızda, bunca fiziksel ve psikolojik eziyet çeken iyilik dolu azize, kötü ve günahkâr kasabalıları sevgiyle yola getirecek gibisinden bir köktendinci misyoner safsatasına bağlanacak diye korkmadım değil. Zira “Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin.” şeklindeki İncil ayetini şiar edinen İsa’dan yola çıkan bir İsa – Grace alegorisi, didaktik bir ilkokul piyesi tadı verirdi. Fakat, olanca yalınlığıyla adaletin yerini bulmasını sağlayan Lars von Trier Efendi içimizi soğutmayı bildi. Kasabanın tek masumu olan tebeşirle bir çizimden ibaret köpek Moses’i bağışlamayı da unutmadı.
Eski fotoğraf eserlerinin detaylarında kaybolmaya bayılan bendeniz, filmin yaratıcılarına bitiş jeneriğindeki fotoğraf resitali için de ayrıca teşekkür ediyorum. Benimle ortak zevkleri olabilecek okuyucularım için TRT 2 kanalındaki “Fotoğraflar” programını önererek huzurlarınızdan ayrılıyorum. Hoş kalın, hoşça kalın…
Yazı: Burak Orhan