
Mer haa baa! Bu hafta karşınızda canımız İstanbul Film Festivali’mizin Mayıs Seçkisi’nde arz edilen filmlerin eleştirileri ile duruyorum. İyisiyle kötüsüyle 9 film izlediğimiz seçki, şu sıra “Ulusal Kısa Film Yarışması” ve “Ulusal Belgesel Yarışması” gösterimlerine geçmiş bulunuyor. İş oralara varmadan haydi gelin bir kısmı Sundance’ten Berlinale’ye birçok festivalde tanınmış bu 9 filme bir göz atalım!

Kristina Lindström ile Kristian Petri tarafından yazılan ve yönetilen, 2021 Sundance Film Festivali’nde ise Dünya Sineması / Belgesel kategorisinde Büyük Jüri Ödülü’ne aday gösterilen “The Most Beautiful Boy in The World”, Björn Andrésen’in küçük yaşta üne kavuşması ve yaşadığı büyük çaplı şöhretin geçmişi ile birleştiğinde hayatı üzerinde oluşturduğu birtakım etkileri konu alan bir belgesel film. Thomas Mann’ın Nobel Ödülü sahibi romanı “Venedik’te Ölüm”ü film haline getirmek isteyen ünlü İtalyan yönetmen Lucino Visconti, hikâyenin üstün güzelliği ile baş kahramana ilham veren yapı taşı Tadzio’su için dünya çapında bir arayış başlatıyor. Yolu İsveç’e düştüğünde 15 yaşındaki Björn’ü gören ve anında Tadzio’sunu bulan Visconti, o an itibarıyla Björn Andrésen’i hayatını değiştirecek o maceraya sürüklüyor.
“The Most Beautiful Boy in The World”, izleyiciye 93 dakika boyunca belgesel izlediğini unutturur kalitede bir iş vaat ediyor. Andrésen’in hayatını sanat perspektifi gelişkin bir yönden aktarmayı başaran film izleyiciyi sık sık zor durumda bırakıyor. Bir an Björn’ü sert şekilde eleştirir şekilde kendimizi bulurken bir an sonra ise izlediğimiz macerada kendimizi 15 yaşındaki o küçük çocuk için rahatsız hisler içinde buluyoruz. Yaşlı Björn ise bize yaşanılanları çok daha olgun bir cepheden değerlendirerek olayların gerçekçiliğinin içimize daha etkin biçimde nüfuz etmesini sağlıyor. Birçok açıdan son derece başarılı olarak değerlendirilebilecek filmin kanaatimce sivrildiği nokta kesinlikle görüntü yönetimi olmuştu. İsveç’in puslu atmosferinden, Venedik’e ve Japonya’ya uzanan bu karmaşık serüveni her belgesel severin tecrübe etmesi gerek. Björn’ün hayatı için ise herhalde en güzel örnek çok iyi servis edilmiş berbat bir yemek olacaktır.
Belgesele puanım: 7 / 10

Venedik Film Festivali ile Toronto Uluslararası Film Festivali başta olmak üzere pek çok festivalde öne çıkmış “Night of the Kings” (“La nuit des rois”), Philippe Lacôte tarafından yazılıp yönetilen 2020 yapımı gerilim notası yüksek bir film. Ana karakterimiz, Fildişi Sahili’nin ünlü hapishanesi La Maca’ya mahkûm olarak geldiği ilk gün, hapishanenin “kralı” Kara Sakal tarafından “hikâye anlatıcısı” ya da diğer ismi ile “Roman” olarak tayin edilir. Ancak hapishanenin töresi gereği kırmızı ay olan gece seçilen hikâye anlatıcısının, sabah olup da ay kaybolmadan evvel hikayesini bitirdiği takdirde hapishane halkı tarafından kurban verileceğinden habersizdir.
Öncelikle filmin daha önce izlediğim hiçbir hikâye ile benzerlik göstermemesi benim için çok büyük bir artıydı. Zira, artık her biri birbirini tekrar eden / taklit eden hikayeler izlemekten bıktık usandık. Filmin içinde barındırdığı dans ile anlatıma eşlik edilen sahneler, filmi tür itibariyle farklı bir noktaya taşırken aynı zamanda da benim nezdimde gerilim unsurunun tırmanması için güzel bir aracı olmuştu. İktidar ve güç kavramlarına farklı bir noktadan yaklaşarak küçük bir grubun içindeki güç dengelerini işleyen “Night of the Kings”, sosyolojik birtakım çıkarımlar yapmasının yanı sıra Fildişi Sahili’nde süregelen sosyoekonomik sıkıntılar ile beraberinde getirdiği kaosu da izleyiciye etkili şekilde aktarmayı başarmıştı. Ancak gelgelelim gerilim unsurunu ağır ağır tırmandırıp bir anda izleyiciyi uçurumdan aşağı bırakan final, bana kalırsa hikâyenin katili ve acemi tarafı olmuştu. Birçokları için ağır geçebilecek bir kurgunun arkasından gelmesi gereken doruk noktasını yaşatamasa da “Night of the Kings”, sizi farklı kültürlere taşıyarak hiç bilmediğiniz dünyalara misafir edecektir. Bir göz atın derim!
Filme puanım: 6 / 10

Jean Cocteau’nün aynı isimli tek kişilik oyunundan belki de milyonuncuya sinemaya uyarlanan “The Human Voice”, bu sefer milyonuncu + 1 olmak üzere çok sevgili Pedro Almodóvar’ın kadrajından kısa film şeklinde bizlere sunuluyor. Bundan önce en son izlediğim ve Edoardo Ponti’nin çektiği “Human Voice” (“Voce Umana”) bize Sophia Loren’i izleme fırsatı sunmuştu. Ancak bu kez Almodóvar karşımıza Tilda Swinton’ı çok daha değişik bir konsept ile çıkarıverdi. Bilmeyenler için hatırlatalım, “The Human Voice” ayrılık kararı üzerine bir kadının sevgilisi ile yaptığı son telefon konuşmasını tamamıyla monolog şeklinde ele alıyor.
Pedro Almodóvar’ın ilk İngilizce filmi de olan hikâyenin bu versiyonu, her şeyiyle ve özellikle renkleri ile buram buram Pedro Almodóvar kokuyordu, o kadar ki bilmeseniz bile bu işte Almodóvar parmağı var derdiniz. Hikâyeyi uyarlarken yapılmış birtakım tercihler ise bana kalırsa filmi kardeşlerinden ayıran en spesifik özellikleriydi. Öncelikle Almodóvar ana karakteri tek bir evde tutmaktansa bir farklılık olarak karakterin tek mekânın dışına çıkmasına karar vermişti. Ayrıca ev olarak seçtiği mekân ise ayan beyan her şeyiyle bir film stüdyosuydu. Ana karakterimizin bir film stüdyosunun içinde ev belleyip yaşaması ve o evin ikilinin “aşk yuvası” olduğunu öğrenmemiz ise yaşanılmış ilişkideki yapmacıklığı göze sokmak için yapılmış kasıtlı bir tercihti bana kalırsa. Final için Almodóvar’ın yazdığı ve benim size söyleyemeyeceğim detay ise Almodóvar’ın imzasını attığı kısımdı. He bir de Tilda Swinton’a bir kez daha ilan-ı aşk edeyim. Hele kadın sen nasıl yetenekli bir insansın, kendi kendine konuştuğunu bilerek her saniye yüzünün aldığı şekillere tek tek hayran oldum. Kısacası sevgili okurlar, bu iki ustayı bir arada bulmuşken kaçırmayın, hemen gidip koşarak izleyin!
Filme puanım: 7 / 10

Mayıs seçkisindeki ikinci Almodóvar filmimiz “Women on the Verge of a Nervous Breakdown” ya da orijinal ismi ile “Mujeres al Borde un Ataque de Nervios”. 1988 yapımı filmimiz Akademi Ödülleri’nde Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü’ne aday gösterilirken, Venedik Film Festivali’nden de Altın Aslan adaylığını kapıyor ve Pedro Almodóvar’ın en iyi işlerinden biri olarak kabul ediliyor. Peki ne anlatıyor bu film? “Women on the Verge of a Nervous Breakdown”, sevgilisi tarafından bir telefon ile terk edilen Pepa’nın, sevgilisinin peşine düşmesini ancak bu süreçte neredeyse sevgilisi hariç herkes ile yolunun kesişmesini konu alıyor.
“Women on the Verge of a Nervous Breakdown” TİPİK bir Almodóvar filmi. Absürt ögelerin bazı sahnelerde üst noktalara çıktığı bir melodram ile karşı karşıyasınız diyebilirim. Yani özetle absürt mizah dememde herhalde bir beis yoktur. Almodóvar’ın filmlerine aşina iseniz şöyle kapıdan içeri kafanızı uzatıp filme bir bakmanız ve renkleri görmeniz bile teşhis koymanız için yeterli olacaktır. Bunun dışında genç bir Antonio Banderas görüp gülümsemeye de hazır olun. Vallahi ne diyeyim ki, absürt komedi severler koşsun! Ben bu türe bayılmasam da filmin kalbimdeki yeri ayrıdır diyebilirim.
Filme puanım: 7 / 10

Yüzümüzü hafifçe sola çevirdik (ama hafifçe) ve Macaristan’a baktık gibi… Macar yönetmen Benedek Fliegauf’ın yazıp yönettiği “Forest, I See You Everywhere” (“Rengeteg – Mindenhol látlak”), birbirinden bağımsız yedi dramatik hikâyeyi bünyesinde topluyor. Dolayısıyla burada genel bir konu saptaması yapamayacağım. Bu yedi hikâyenin de gerçekten ilgi çekici olduğunu ve izlerken asla sıkmadığını belirtmemde fayda var. Hikayeler bağımsız işlendiği için aslında filmin yedi parçadan oluştuğunu düşünmenizde bir sorun yok. Filmle ilgili çekim açısından deneysel bir üslup benimseyen yönetmenimiz, her sahnede karakterlerin burnunun dibine girercesine bir yakınlıkta kalmayı tercih etmiş. Bu yakın plan bakış açısı özellikle duygu yüklü sahnelerde, izleyicinin karakterlerin aktarımlarını kapmasını amaçlasa da mekân algısını, perspektifi ve derinliği feda etmek zorunda kalmış. Maalesef kanımca gereksiz olan bu fedakârlık ise karakterlerin attığı duygusal pasların izleyicinin dibinden geçerek süzülmesine yol açmış. Deneyselliğin köpeğiyiz gönder gelsinciler için paha biçilmez olan bu film, maalesef benim gibi izlediği yapımın her köşe detayına dikkat eden bir izleyici için hayal kırıklığı oldu diyebilirim.
Filme puanım: 4 / 10

Eveet, işte sırada bir başka belgeselimiz! Karşınızda Sundance Film Festivali’nden koşarak bize ulaşmış, Dünya Sineması – Belgesel İzleyici Ödülü ve Dünya Sineması – Belgesel Özel Jüri Ödülü sahibi, Dünya Sineması – Belgesel Büyük Jüri Ödülü adayı haaaarika bir yapım. Sushmit Ghosh ile Rintu Thomas tarafından yönetilen belgeselimiz bizi dünyanın diğer köşesine, Hindistan’a götürüyor. “Writing with Fire” her şeyiyle erkek egemen bir toplumun içinde, hele ki bir de kast sisteminin sınırlamaları altında, bağımsız bir gazete kuran ve başarıdan başarıya koşan bir grup kadının macerasının bir kısmına misafir ediyor bizi.
“Writing with Fire”, Hindistan’ın ilk ve tek kadın gazetesinin ve gazetecilerinin yaşadığı günlük sorunları işlerken aslında birçok konuya dokunuyor. Sosyoekonomik dengesizlikler ve toplumsal cinsiyet eşitliğini temel alan belgesel, bunun yanında din odaklı siyaset ve Hindistan’ın genel siyasi atmosferini de izleyiciye çıplak şekilde yansıtıyor. Bunu yaparken izleyiciyi zorla bir tarafa yönlendirmemesi, kararı bize bırakması da bence ayrı bir güzeldi. Kadınların örf, gelenek, din ve nicesi adı altında karşılaştıkları eşitsizlik, küçük görülme ve pek çoğu sıkıntıyı profesyonel teknikler ile karşımıza çıkaran “Writing with Fire”ı hepinizin koşarak izlemesi gerekiyor. Dünyaya gözleri açma vaktidir bu!
Belgesele puanım: 8 / 10

40. İstanbul Film Festivali resmen Sundance’i ayağımıza mı getirdi ne! Dünya Sineması – Drama Büyük Jüri Ödülü adayı “El Planeta”, yazar, yönetmen ve hatta baş rol koltuğunda karşımıza Amalia Ulman’ı çıkaran bir İspanyol dramı. Özellikle ekonomik krizin büyük etkilerini yaşayan İspanya’da, kendi özel sebepleri çerçevesinde bu sıkıntıları katlanarak artan bir anne-kız ilişkisini konu alıyor filmimiz. Siyah-beyaz efekt ile çekilen “El Planeta”, bir de üstüne günlük hayat sorunlarını trajikomik bir perspektiften ele alınca beynim bana “Frances Ha!” diye fısıldamaya başladı. Ben de “Frances Ha!”yı ve o tarz filmleri kalbimde kelebeklerle izleyen bir birey olarak bu filmi de hoş duygular ile seyrettim. Yönetmenimiz hanımefendinin ilk uzun metraj işi olduğunu hesaba kattığımda ise, hikâyede birtakım geliştirmeye açık noktalar olsa da filmi takdirle karşıladığımı belirtmek isterim. Bir cuma akşamı mesaiden çıkmış, sizin bizim gibi insanları anlatan, karakter sahibi ve eğlenceli bir film izlemek isterseniz “El Planeta”yı size tavsiye ediyorum sevgili okurlar.
Filme puanım: 6 / 10

Geldi sıra 2021 Berlinale’sinden ya da diğer ismiyle Berlin Uluslararası Film Festivali’nden Gümüş Ayı Jüri Ödülü ve Altın Ayı En İyi Film Adaylığı’yla dönmüş bir belgesele. Mayıs seçkisi belgesellerde şov yaptı demem yanlış olmaz, zira “Mr. Bachmann and His Class” ya da orijinal ismi ile “Herr Bachmann und seine Klasse” seçkide izlerken en keyif aldığım yapımlardan biriydi. Belgeselimiz basitçe Almanya’nın popülasyonu büyük oranda göçmenlerden oluşan Stadtallendorf kasabasında öğretmenlik yapan Dieter Bachmann ve sınıfındaki farklı kültürlerden gelen öğrencileri arasındaki ilişkiyi anlatıyor diyebiliriz.
“Mr. Bachmann and His Class”, bize basit ve klişe bir tatlış öğretmen hikayesi ile gelmiyor. Öğrencilik hayatı zorlu geçmiş, dolayısıyla öğrencilerin nelerden hoşlanmadığını iyi çözümlemiş; insan psikolojisine hâkim ve Leh kökenli bir aileden gelen bir öğretmen ile karşılaşıyoruz. Göçmenlik ve ev kavramları üzerinde sıkça duran belgesel, tüm bunları yaparken aslında farklı olana tahammül hoşgörü ve kabul gibi günümüzün olmazsa olmaz kavramlarını farklı cephelerden didaktik şekilde izleyicisine geçirmeyi başarıyor. Başta mesleği öğretmenlik olanlara izlettirilip “aha bak böyle yapıcan mesleği anladın mı?” dememiz, sonrasında ise eşe dosta ivedi şekilde yaymamız gereken bir film “Mr. Bachmann and His Class”. Tüm bunlar olurken “Almancı gurbetçi” olgusunun içinin tarihi olarak nasıl günümüzdeki haliyle dolduğunu da daha iyi kavrayabilirsiniz.
Belgesele puanım: 8 / 10

Heeeeh, geldik listenin kanserojen üyesine! Bu filmi çekme fikri kimin aklına geldiyse, ki yazar ve yönetmenimiz Benoît Jacquot filmi Marguerite Duras’ın aynı isimli oyunundan uyarladığına göre onun aklına gelmiş, keşke gelmeseymiş! Yahu Benoît Jacquot Bey, sizin hiç mi eşiniz dostunuz yok da size böyle film olmaz bak bu tiyatro sahnesi değil, aynı etkiyi veremeyebilirsin demedi? Yeminler olsun 91 dakika boyunca öldüm öldüm dirildim. Bir kadının eşini aldattığı beyefendi ile buluşup da (ki bu bey Nisan Seçkisi’ndeki “Love Affair(s)” filminde de başroldü. Belli ki seviyor bu aldatmalı hayatı.) kalmak için deniz kenarında 2 aylığına bir ev kiralamasını konu alıyor. Aslında tüm bu sürecin 5-6 saatlik bir zaman dilimini kapsadığını da söyleyebilirim, yani kısaltılmış bir 5 saat izliyoruz.
Efendim bunaldım! Bakınız ben diyaloglu film çok severim, hatta benim dünya ahiret en sevdiğim yönetmen Ingmar Bergman’dır; fakat bu filmin diyalogları sanki duyguca çok derinlikliymiş de izleyiciyi karakterin buhranına sürükleyecekmiş ümidi verip hiçbir şey yapmadan çekip gidiyor. Partnerler arasında geçen, tabiri caizse “ağız ağıza” çekilmiş, ciddi konsantrasyon gerektiren sahneler dışında keyif aldığım da pek bir şey yoktu sanırım. He bir de ev güzeldi; ancak 2 aylığı 2 milyon Euro eden ev tutulması ihtimali bile canımı sıkmaya yetti. Şaka bir yana sevgili okurlar bu filmi izlemenize kanımca öyle çok da gerek yok.
Filme puanım: 3 / 10
Eveeet, sevgili okurlar! Bir yazımın daha sonundayım. Saygı, sevgi ve bilimum “only positive vibes” duygumu zarfa koydum ve adreslerinize yolladım. Eğer ki postacı gelip de siz aslında pijamalarınız içinde yayılmış otururken, “Sizi evde bulamadık.” derse öfkeye kapılmadan gidip postahaneden teslim alınız. Kendinize iyi bakın, haftaya görüşmek dileğiyle!
Yazı: İnci Ece Akyalçın