40. İstanbul Film Festivali başladı! Biz de durur muyuz hemen koşup ilk hafta filmlerini izledik. Huzurlarınızda “After Love”, “Aalto” ve “Possessor” filmlerinin eleştirileri. İyi okumalar!
“AFTER LOVE” (2020) / ALEEM KHAN

“Sevgi nelere kadirdir?”
Mer haa baa! 40. İstanbul Film Festivali geldi çattı! Ne iyi geldi, hoş geldi vallahi, adı lazım değil baş harfi “N” platformda çer çöp filmler içinde debeleniyorduk; ilaç gibi geldi. Neyse efendim festivalimizin ilk filmi “After Love” ile sözümüze başlayalım. “After Love”ın yazar ve yönetmen koltuğunda, 2015 yılında BAFTA’da “Three Brothers” isimli kısasıyla En İyi İngiliz Kısa Film Ödülü’ne aday gösterilen Aleem Khan’ı görüyoruz. Aleem Bey’in ilk uzun metraj işi olan “After Love” ise uzun metraj camiasına hayli iddialı ve sağlam bir giriş demekte bir beis görmüyorum.
Filmin konusuna kısaca değinecek olursam: Mary (Joanna Scanlan), uzun yol kaptanı olan Pakistanlı eşi Ahmed (Nasser Memarzia) ile yaptığı mutlu evlilik neticesinde Müslüman olmaya karar vermiş İngiliz bir kadındır. Ancak Ahmed günün birinde hiç umulmadık bir anda vefat eder. Eşine aşkla bağlı olan Mary, Ahmed’i anmak için deniz kıyısına gidip her gün beklemekte ve acı çekmektedir. Bir gün Ahmed’in telefonuna Genevieve (Nathalie Richard) isimli bir kadından romantik bir mesaj gelir ve bu mesaj akabinde Mary Ahmed’in bir ilişkisi olduğunu öğrenir. Genevieve’in peşinden Fransa’ya yüzleşmek için giden Mary, yanlış anlaşılma sonucunda kendisini Genevieve’in evinde temizlikçi olarak bulur. Bu sırada bir de Ahmed’in Solomon isimli 15 yaşında bir çocuğu olduğunu öğrenir. Hikâye bu akışta şekillenir.
Filmin benim bakış açımdan nasıl yansıdığına gelecek olursak: Öncelikle, “After Love” gerçekten de uzun metraj evrenine açılma noktasında Aleem Khan için çok iyi bir başlangıç olmuş. Filmin çekimlerindeki profesyonellik bir kenara senaryosunda da duygular dantel gibi tek tek işlenmişti. Ahmed öldüğünde eve gelen misafirlerden birinin Mary’nin eline cenaze toprağını sürmesi ve “kavuştular” demesi bir yandan bizi değişik bir gelenek ile tanıştırırken bir yandan da aslında ölümün sahiciliğini de somut olarak yüzümüze vurmuş oldu. Mary’nin, Fransa’ya gitmek için bindiği gemiden bakarken dağdan koca bir parçanın kopup gitmesi, Mary’nin ise bunu son derece donuk ancak bir o kadar da anlamlı bakışlarla izlemesi ise kendi hayatından kopup giden parçaya bakıyormuş hissini yaşattı bize. Yine kendi oğlunu kaybetmesi ve Solomon’a sanki kendi çocuğu gibi ilgi gösterip koruyup kollamaya çalışması, hikâyede “anne” kısmının sivriltildiği noktalardı. Ancak Mary’nin annelik duygusunu yansıtmak uğruna kadınlığını feda etmemesi de yönetmen tarafından bize Mary’nin kendisini fiziken Genevieve ile kıyasladığı; hatta Genevieve’in makyaj malzemelerini kullanıp yatağına yattığı sahnelerde çok açık ve çıplak şekilde aktarılmıştı. Ah hele o yatak sahnesinde tavanın yavaş yavaş çatlayarak Mary’nin üstüne dökülmeye başladığı sahne yok mu… Çöküş ve depresyonu ne de güzel metaforlara sığdırmışsınız Aleem Bey!

Filmin esas sorgulatmak istediği duygunun ise sevgi olduğu çok açık. “Neye rağmen, ne kadar sevebilirsin?” diye soruyor bize film. Genevieve, çok uzun süre Mary’nin kim olduğunu bilmezken Mary bile bile ona yardım ediyor. Bunu neden yapıyor peki? Bana sorarsanız kendisine, kendi sevgisinin daha güçlü olduğunu kanıtlama çabasında. “Bu kadın Ahmed’i benim kadar sevemez!” diyor yani. Hatta birkaç sahnede Genevieve’e kocasının evliliğine nasıl katlandığı, kocasını nasıl paylaştığı yönünde sorular sorarak bu duyguyu üstü kapalı yaşasa da bir sahnede Genevieve’in ona baş örtüsünü gösterip nasıl alıştığını sorması üzerine “Kocama hiçbir kadının veremeyeceği şeyi verdim!” çıkışı yaparak bu duygusunu açıkça da dışarı yansıtmış oluyor.
“After Love” hakkında “Bir adam iki hayat” filmi dememiz yanlış olmaz aslında. Birbirinden bağımsız iki hayat ve o iki hayatta da canı yakılan iki kadın. Genevieve’in Mary’nin kim olduğunu öğrenmesi ve bunu takiben İngiltere’ye gelmesinden sonra ise işler daha da berraklaşıyor. Tüylerimi diken diken eden ise Genevieve’in de Mary’nin kendi evinde yaptıklarını birebir tekrar etmesi. Genevieve’in İngiltere’deki evde, aynı Mary’nin Fransa’da yaptığı gibi, yatağa uzandığı sahnede ise yatağın Mary’nin yattığı tarafını seçmesi; Mary’nin ise gelip Ahmed’in yattığı tarafa uzanması bana kalırsa asla ve asla tesadüf değildi. Bence yönetmen son sahnede bu iki kadının birbirlerinin hayatlarına bakmasını istemişti. Genevieve Mary’nin gözlerinden onun hayatını izlerken Mary Ahmed’in diğer hayatını Ahmed’in perspektifinden görmüş oldu. Çok çok ÇOK ince nüanstı… Ölen Ahmed’in yerine bu iki kadının Ahmed’in geriye kalan tek parçası Solomon etrafında birleşmesi ise yine kalın harflerle yapılmış bir sevgi vurgusuydu.
“After Love” bunun yanında görüntü yönetimi ile de koskocaman bir bravoyu hak etti. Özellikle seçilen mekanlar ve renkler, duygu durumlarını yansıtmada son derece etkin şekilde kullanılmıştı. Görüntü yönetmenimiz Alexander Dynan’a teşekkürlerimizi uçuralım. Aynı şekilde filmin başarılı müzikleri için Chris Roe’ya da bir tebrik kartı yollamakta fayda var. Sonuç olarak sevgili okurlar, ben bu filmi baya bir beğendim. Festivalde kaçıranlarınız için, bu değişik tecrübeyi bir şekilde yakaladığınız an yaşamanızı öneririm. Şimdiden iyi seyirler!
Filme puanım: 7 / 10
Yazı: İnci Ece Akyalçın
“AALTO” (2020) / VIRPI SUUTARI
“Kimse tek başına iyi değildir.
Virpi Suutari’nin 2020 tarihli yapımı “Aalto”, Finlandiya mimarisinin ve modern mimarinin en önemli temsilcilerinden Alvor Aalto’nun hem özel yaşamını hem de kariyerini anlatan bir belgesel. Açıkçası ne mimariye ne de Finlandiya’ya özel bir ilgim vardı. Hah yani belgeseli izledim diye herhangi bir ilgi uyandı mı bende diye sorarsanız, bunun da cevabı hayır. Ancak sebepsizce evdeki eşyaların şekillerine, kullanışlılıklarına ve evle bir bütün olarak bana neler hissettirdiklerini düşünmeye başladım. Ev de eşyalar da hem kendi başlarına hem de beraber içinde bulunan canlıların da hissiyatını etkiliyor sanırım. Hah eşyalarımı seçerken buna acayip dikkat etmiş miydim? Hayır. Peki Aalto bunun neresinde? Belgeselde sıklıkla mimari perspektifini dayandırdığı temel ilkelerden biri olarak “insanileştirilme”yi (insancıllaştırılma) benimsediği vurgulanmıştı. O, makineden çok insanı içinde barındıran doğadan etkiler taşıması gerektiğini düşünerek çalışmalarını yürütmüş. En büyük ilhamını doğadan alan Aalto yapı ve peyzajlarında, iç ve dış tasarımın bireylerin her an doğayla iletişim halinde olmalarını istemiş. En önemlisi de böylesine karanlık bir ülke için doğal ışığın en üst seviyede insanların yaşam alanına dahil edilebilmesindeki tekniğiydi. Doğaya saygı duruşu niteliğindeki eserlerinin yanı sıra ikonik mobilya ve objelerin tasarımına da imza attı. Mesela “Pamilio Sanatoryumu”nu tasarlarken yatay bir bakış açısı geliştirmiş. Çünkü hastaların yani aslında o binada yaşayan, binanın yaşamlarının bir parçası haline geldiği insanların bakış açısına göre tasarlanmış (Hastanın yattığı açıdan çevreyi görebileceği şekilde tasarlamış; odada yer alan lavaboları su sesini en az yayacak şekilde biçimlendirmiş).

Neyse belki en sonda söylemem gereken şeyleri en başta söyledim. Ama bu bir belgesel, öyle çok ilgili olduğum bir konuyu da işlemiyor. O nedenle biraz belgeselde anlatılan Alvor Aalto’dan bahsedip sizleri salacağım. Alvor Aalto Modernizmle yan yana getirilse de aslında ülkesinin kültürel fonunu her zaman kullanmış. Aalto, ne sadece geleneksel ne sadece klasik (“atalarımız halen bizim ustalarımızdır” sözleriyle klasik dönem mimarisine verdiği önemi sıklıkla tekrarlasa da) ne de modern akımı benimseyen biriymiş. Kendine özgü ve özgür tavrı sayesinde hem Finlandiya’ya hem de mimariye yeni değerler katmış. Ayrıca Aalto sadece bir mimar değil, aynı zamanda iç mekanların tavrını/kimliğini belirleyen bir sanatçı, tasarımcı, şehir planlamacısı ve mesleğini ilk başlarında karikatürist ve logo, kitap kapağı, takı ve poster tasarımcısıymış.

Modernizmin hümanistik eserleri olarak tanımlanan eserlerinde zıtlıklara bir arada yer vermiş. Modernizmin insancıl yüzü olarak nitelendirilen Aalto ve onun mimari anlayışı, mekanları ne salt işlevsel ihtiyaçlara göre ne de salt estetik değerler doğrultusunda tasarlardı. Modernizmin rasyonel teknikleri ve sade yapıtlarını kullandığı metaforlarla mekanlara farklı anlamlar yüklerdi. Aslında bu nedenle modernizmin gizli düşmanı olarak da anılmıştır. Tasarladığı binaların çevresindeki dokuyu da hesaba katarak bunları bir bütün olarak değerlendirmiş. Eserleri hem yerel mimarinin özelliklerini hem farklı kültürlerden esintiler taşırmış; bir yandan da modern mimarinin biçimlerini klasik dönemlerin etkilerini bir arada barındırmaktaymış. Böylelikle, modernizmin sadeliğinden, işlevin getirdiği anlam dışında biçimsel anlam katmanları barındırmayan mekanlarından farklılaşmış ve karmaşık bir biçimlenme kurgusuna yer vermiş.

Belgeselde Alvor Aalto anlatılırken hayatına giren iki kadından da bahsediliyor. Ki Aino Aalto, ilk eşi, onunla bir nevi partners in crime (suç ortağı). Aino’nun da yaşadığı 1949 yılına kadar olan dönemi düşünürsek anlayacağımız üzere mimari dünyası da diğer iş, eğitim veya bilim dünyasından farksız bir biçimde erkeklerin egemen olduğu bir yerdi. Dolayısıyla her ne kadar mimar ve tasarımcı olan Aino’nun da her tasarıma ve çizime katkısı olsa da eserler Alvor ile anılmış. Aynı zamanda eş ve ebeveyn olma etiketlerini de daha ağır yüklenen Aino ile Alvor’un birbirlerine yazdıkları mektuplar da belgesel içerisinde akışa uygun bir biçimde yer alıyor. Onlar bir çift olarak o dönemin modern yaşamın ve ailenin simgesi olarak da anılıyorlarmış. Alvo, Aino kansere yenik düşüp de yalnız kaldığında sanatına yeni ve güçlü bir perspektif kazandırmış. Yasını mesleğiyle daha uzun vakitler geçirerek yaşamış. Sonrasında 1952’de kendisinden 26 yaş genç bir mimar olan Elissa (Elsa) ile evlenir. İşin ilginç kısmı Alvor, Elissa’yı kendisine göre baştan yaratmış. Elissa’nın kıvırcık saçlarını düzleştirmiş falan. Bu yaratıcılık işini yanlış anlamışsın Alvor Dayı. Neyse belgeselin bir yerinde Elissa’nın kahverengi bir elbise aldığını ama Alvor’un sadece siyah ve beyaz sevmesinden dolayı bu elbiseyi bir daha gören olmadığı söylendi. Bu aile meselelerini Elissa’nın Aino’ya benzediğinin ifade edildiği detayla kapatayım.

Sonuç olarak her ne kadar dünyanın çok farklı ülkelerinde de eserlerine denk gelebilecek olsanız da bu Nordik Modernizmin mimarideki yüzünü Finlandiya’da ve özellikle Helsinki’de kafanızı çevirdiğiniz her yerde görebilirsiniz. Zaten şehrin bir bölümünün planlaması da onun elinden çıkmış.
Belgesele Puanım: 7 / 10
Yazı: Zeynep Tanyeri
POSSESSOR (2020) / BRANDON CRONENBERG

“Asla kafanın içine girmelerine izin verme!”
Evvvvet! Geldik bir tuhaf birey reis David Cronenberg’in oğlu Brandon Cronenberg’in yeni filmi “Possessor”a. Efendim Brandon Cronenberg filmin yalnızca yönetmen koltuğunda oturmakla kalmıyor aynı zamanda kendisini yazar koltuğunda da görüyoruz. Cronenbergler deyince akla neler geliyor tabii… Tuhaflıklar, gerilimler, bilimler-kurgular, türlü türlü gariplikler… Baba Cronenberg gibi, oğul Cronenberg de tam bu ayarda filmleri seviyor ve karşımızda bu özelliklerin arşa çıktığı bu filmle arz-ı endam ediyor. Filmin Sundance Film Festivali’nde “Dünya Sinema-Dramatik” kategorisinde Büyük Jüri Ödülü’ne aday gösterildiğini de belirtmeden geçmeyelim.
Gelgelelim “Possessor”un konusuna: Talep üzerine sahte senaryolar üreten ve ilgili kişilerin zihinleri ile bağlantı kurarak ürettikleri senaryolar doğrultusunda cinayetler işleyen kriminal-teknolojik bir örgütün, planladığı suikastların bir tanesinde işlerin senaryoya uygun gitmemesi sonucu ortaya büyük bir kaos çıkıyor. Kurbanları gözlemleyerek onların zihnine giren “oyuncu” Tasya Vos (Andrea Riseborough), son kurban Colin Tate’in (Christopher Abbott) zihnine girip kız arkadaşı Ava’yı (Tuppence Middleton) ve babasını (Sean Bean) (Evet arkadaşlar Sean Bean’in kaderi her ama her yerde ölmek :D) öldürmekle görevlendiriliyor. Ancak örgüt lideri Girder (Jennifer Jason Leigh), Colin’in iradesi ile Tasya’nın iradesini zihinsel bir çatışmanın kucağında buluyor.
Öncelikle son derece özgün bir konu ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmem gerek. Film izleyicisini daha ilk dakikasından itibaren içine çekiyor ve koltuğunun ucunda büyük bir iç huzursuzluğuyla kendisine bağlıyor. Özellikle çok açıkça işlenmiş şiddet sahneleri ile seyircisine rahatsızlık duygusu yaşatmaya ant içmiş “Possessor”, bu rahatsızlığı öylesine bir merak unsuru ile harmanlamış ki her ne kadar gözünüzü ekrandan kaçırmak isteseniz de sizi adeta hipnotize etmişçesine ekrana kilitliyor. Hikâyenin durmadan yükselen merak unsurunu özgünlükle birlikte seyirciye sunma başarısından dolayı Brandon Cronenberg’e alkış tutmak da biz izleyicilere kalıyor.

Tüm bunlar olurken fazlası ile psikolojik referanslara maruz bırakıldığımızı da belirtmeliyim. Cronenberg bir yandan bilimkurgu ögelerini üst düzey yetkinlikle kullanırken bir yandan da “kişilik”, “empati” ve “özgür irade” gibi kavramları alt metinde ustaca işliyor. Özellikle Tasya’nın kurbanları izleyerek onların hayatlarına soyut şekilde dahil olduğu sahnelerde, kendi içinde yaşadığı kişilik çatışmalarına tanıklık etme fırsatımız oluyor. Tasya’nın kurbanlarının hayatı ile kendi hayatının, bilinç akışı içinde had safhada birbirine geçtiğini görüyoruz. Sonrasında yaşanılan zihin penetrasyonunda ise bu iç içe geçişin Tasya’ya fazlasıyla empati olarak döndüğünü görüyoruz. Tasya’nın kendi ailesi ile geçirdiği zamanlarda bir anda büründüğü karakterlerin tecrübelerini zihninde tekrardan yaşaması ya da karakterin zihnindeyken senaryo akışına aykırı şekilde karakterlerinin öfkelerini içselleştirip suikastlarını son derece cani şekillerde işlemesi, filmin “empati” kavramını aslında ne kadar net işlediğini görmemizi sağlıyor.
Colin’in zihnindeyken Colin’in işlediği cinayetleri uzun süre Tasya yönetiyor zannediyoruz. Ancak sonrasında Tasya’nın aslında Colin’in zihninin arkalarına itildiğini ve Colin’in özgür iradesi tarafından baskılandığını gösteriyor bize film. Hem de bunu yaparken zihinsel sohbetlerine de tanık oluyoruz. Ancak bu kadar da netlik olur mu canım? Hiç mi yok bir bit yeniği, bu nasıl Cronenberg filmi? Olmaz mı efendim! Son dakika bize atıyor golünü Brandon Bey. Colin ve Tasya el ele veriyor ve tekrardan Tasya’nın karakterler arası o ince çizginin diğer tarafına nasıl düştüğünü görüyoruz. Öyle ki kontrolü Tasya devralıyor ama kendi ailesinin ölümünü izliyor ve hatta kendi oğlunu öldürüyor. Makineden çıktığında ise hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ettiriyor Cronenberg Tasya’yı… İşte özgür irade kavramını bir kez de bu şekilde sorguluyoruz aslında. Gerçekten “özgür” müsün yoksa aslında kendi zihninin arkalarındakiler senin elinden özgürlüğünü alan bizatihi suçlular mı? Fakat bu nasıl bir beyindir Cronenberg Bey, vallahi zihninize sağlık!
Bir kez daha IMDB puanlarının güvenilir olmadığını gösterdi bana bu film. En azından 7 puanı hak eden bu güzelim bilimkurgu filmine siz neden çıkara çıkara 6,5 puan çıkardınız? PUH ALLAH SİZİ KAHRETMESİN! Neyse sevgili okurlar bakın siz bu filmi izleyin beni dinleyin. Hele ki bilimkurgu, psikolojik gerilim severseniz bu film her biri birbirini tekrar eden saçma filmler denizinde yüzünüzü güldürür. Haydi koşun bir yerlerden bulup izleyin!
Filme puanım: 7 / 10
Yazı: İnci Ece Akyalçın