Belki de her gün yanından geçtiğimiz, üstünde uzun uzun düşünülmüş ve yıllara meydan okuyan güzellikler var etrafımızda. Sadece anlık farkındalıklarla geçip gidiyoruz çoğu zaman yanlarından. Hatta belki de her gün sabah akşam geçiyoruz büyülü ışıkların ortasından.
Yetersiz ilgi ile yanından geçip gittiğim, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camisi’nin akşam ışıklandırmasının mimariye olan yansıması beni büyülüyordu. Mihrimah Sultan’a aşık olduğu iddia edilen Mimar Sinan’ın çalışması olduğunu biliyordum sadece. Başarılı işleri olan ve güzellik uğruna çalışan birinin emeğine haksızlık ettiğimi düşünerek kendimi minik bir Sinan yolculuğuna çıkardım.
Gördüm ki hakkındaki en büyük kaynak sadece yaptıkları. Yazılı olarak araştırmalara katkı sağlayan tek şey ise Sinan’ın otobiyografisi. Tarihçilerin yazılı eserlerinde yer almamasına rağmen dört bir yana imzasını attığı çalışmalar detaylıca incelenip tartışıldığından bugün mümkün olduğunca bilgi sahibi olabiliyoruz.
Oysa İstanbul’u minaresiz hayal edemeyiz. Bugün sahip olduğu görüntünün çerçevesi tepelerine serpiştirdiği camilerle ve her mahallesindeki özgün eserleriyle Sinan’ın eseri olmuş.
Anadolu’dan ilk kez devşirilen Hristiyan çocuklarından olan Sinan, çocukluğunda Edirne’de Acemi Oğlanlar Ocağı’na alındığında ahşap ustası olmayı seçmiş ve bu sayede mimarlığın temellerini atmış. Sonraki dönemlerde yeniçeri olmuş ve seferlerde aktif olarak yer almış. Seferlerdeki inşaat işleriyle de ilgilenen Sinan kısa sürede bataklık zemin üstünde başarıyla tamamladığı sefer köprüleri ile ün kazanmaya başlamış ve Mimarbaşı olarak tayin edilmiş. Katıldığı seferlerde gördüğü mimari çalışmaların kendi eserlerine etkisinin de oldukça büyük olduğu düşünülüyor.
Otobiyografisinde bununla ilgili notu şöyledir:
“Tıpkı bir pergelin sabit ayağı gibi kararlı oldum; pergelin diğer ayağı gibi başka diyarları gezmeye özendim. Her yüksek eyvandan bir köşe her viran tekkeden bir kırıntı belleyip İstanbul’a döndüm.”
Yaşadığı dönem mimari sanatının gelişmesine oldukça elverişli olduğundan dolayı, çok fazla sayıda çalışmada bulunabilmiş ve neredeyse taleplere yetişemeyecek kadar yoğun bir ömür geçirmiş. Özellikle vakıf kültürünün Osmanlı’daki yaygınlığı kişisel taleplerin de fazlaca olmasını sağlamış. Bu dönemde yapı siparişi veren kişiler genellikle sanatı destekleyen ve güzellik çabası içerisindeki kişilerden oluşuyormuş. Dolayısıyla mimari deha olmak üzere oldukça elverişli bir atmosfer varmış.
Sinan Mimarbaşı ilan edildiği günden ölümüne kadar Mimarbaşı olarak tam 50 yıl boyunca görev yapmış ve bu süreç içerisinde yüzlerce çalışmada yer almış. Hem devletin hem kişisel taleplerin mümkün olduğu kadar estetik tatmin yaşatacak şekilde olmasına çaba göstermiş. Mimarbaşı olmak bugünkü büyükşehir belediyeciliğinin birkaç iş kolunun idamesini aynı anda sağlamak gibi bir şeymiş o zamanlar. Mühendislik, mimarlık, şehircilik hizmetlerinden sorumlu olmak, temiz su kanallarının organizasyonu, su atıklarının düzenlenmesi, yol yapımı, yapı izinleri, denetimler, yangın önlemleri ve bu kapsamdaki birçok şeye ek olarak savaş ve sefer dönemlerinde ordunun ihtiyacı olabilecek yol, tünel, köprü, kale gibi inşaatlardan da sorumluydu.
Yapılarında hesaba kattığı şeyleri fark ettikçe bu işin aslında sadece bir bina tasarlamaktan daha da öte olduğunu görebilmeye başladım. Yapının kent ile uyumu, sokağa yükseltiye bakışı, manzarayı değerlendirebilişi, sosyal çevreyi de merkeze koyarak optimize edebilmek gibi ustalıklar da var işin içinde aslında.
Bu tip genel çalışmalara içinde medrese, cami, hastane gibi yapılar barından adeta bir sosyal yaşam, ihtiyaç ve ibadet merkezi olan külliyeler en temel örnek olabilir. Külliyeler Sinan’ın İstanbul’a kattığı en değerli mimari eserler arasında görülüyor.

Külliye gibi çok katmanlı bir planı İstanbul gibi eğimli bir düzlemde planlamak ve gerçekleştirmek de ayrıca dikkat gerektiriyor olsa gerekti. Bu nedenle Sinan, külliye yapılarını belirli bir hiyerarşide yerleştirmiş. Mesela aşağıdaki muhteşem kubbe görüntüsü Süleymaniye Külliyesine ait binalardan birinin eğimle birlikte aldığı görüntünün en güzel örneği olabilir:

Daha önce kubbesi yıkıldığı için Ayasofya’yı sağlamlaştırma çalışmaları yapan Sinan, bu yapının eşi benzeri olmayan bir şaheser olduğunu düşünüyormuş. Öyle ki aslında yaptığı çalışmaların Ayasofya olma yolunda ilerleme olarak görülmesine şaşmamalı. İşte bu adımlardan ilki olarak Süleymaniye Külliyesi kabul ediliyor. Ayasofya ile hesaplaşma. Bir kubbeyi ne yıkar, nasıl daha sağlamı yapılır, Ayasofya’nın güçsüz yönleri ne idi? Bunları gayet iyi bilen Sinan, kendi hamuruyla da yoğurarak benzer tatmini yaşamaya gayret etmiş. Ayasofya ve Süleymaniye aynı taşıyıcı şema ile tasarlanmış ve kubbe ölçüleri de benzermiş.
Genel olarak kubbelerle harikalar yaratmanın sanatını analitik çerçeveye şu şekilde sığdırmış Sinan:



Sırasıyla kubbenin 4, 6 ve 8 dayanağa oturan şemaları
Tam daire şeklinde görülen ana kubbenin etrafındaki çokgene göre dayanan ayaklar yapının içindeki hakimiyet havasını tamamen etkileyecek şekilde tasarlanmış. Ana kubbenin yanına kimi zaman yarım daireler şekilde destekleyici yarım kubbeler de eklenmiş. Bkz: ilk şemadaki yarım kubbeler.
Kubbeler içeriden de dışarıdan da muhteşem bir atmosfer yaratıyor.

Kubbenin dayandığı ayak sayısı arttıkça ana kubbenin dairesinin kemer açıklıkları azaldığı için yapı yanal kuvvetlere karşı dayanıklı hale geliyormuş. Bunun içeriye olan görüntü yansıması ise ana kubbenin tek odak olarak görülmesi ve içeriye hakim bir hava sürmesi oluyormuş. Dayanan ayak sayıları azaldıkça yanal desteğin azalmasıyla beraber içerideki hakimiyet ana kubbeden destek ayaklarına biraz daha dağılmış halde görünürmüş. Dayanan ayak sayısını azaltmak güvenlik önlemlerini sıfıra indirmek demek değil elbette her şeyin bir süslü hilesini bulmuşlar.
Sinan sadece Edirnekapı Mihrimah Sultan Camisi çalışmasında güvenlik sınırlarını zorlamış görünüyor. Burada da ana kubbeyi taşıyan dört ayak ve bunların yarım kubbelerini binanın biraz daha dışında tutarak içerideki hakim görüntüde illüzyon yaratmış.

Sinan mimarlığının zirvesindeyken Ayasofya ile olan hesaplaşmasını tamamlamış ve onun ötesine kendi adıyla geçmiş. Bugün UNESCO’nun doğal ve kültürel miras listesinde yer alan Edirne Selimiye Camisi’ni Sinan da ustalık eseri olarak tanımlamış zaten.

Artık biraz da olsa yanından geçerken ya da içindeyken hakkını verebileceğim bir gözle bakacağım bu mimarilere. Umarım sizler için de kubbeler ve geometri daha çözümlenebilir hale gelmiştir 😀
Yazı: Aslınur Doğan
Kaynak: Mimar Sinan Neden Bir Tasarım Dehasıdır?, Reha Günay, YEM Yayınları