Nefesimin yetmediği günlerden geçiyorum ve biliyorum ki yalnız değilim. Etrafımda olan biten her şey zihnimi kurcalarken bir kaçış yolu olarak kendimi sahil kenarına attım geçen gün. Akşam 7-8 sularında gökyüzü ve denizin harika görüntüsü eşliğinde dikkatimi etrafımdaki küçük, doğal ve masum detaylara vermeye çalıştım. Renklerin aydınlık gökyüzü altındaki canlılığı ve doğadaki her unsurun kendine has güzelliği bir süreliğine zamanın nasıl geçtiğini fark etmememi sağladı. Belki de her gün gördüğüm ama ışığın üzerindeki yayılımına hiç dikkat etmediğim tablolarla doluydu etrafım. Resimleri okumaya olan ilgimin artmasından olacaktır belki de bu farkındalığım. Fark ettim ki o anlarda zihnimde gerçekleşen değerlendirmeler, ah o ışık çok güzel! Ya da ah o rengin muhteşemliği gibi! Pollyanna misali dolaşıyordum etrafta. Yavaş yavaş gökyüzünün görünümü ve ışığın etrafı aydınlatışı değişiyordu. Tam o an aklıma ne geldi dersiniz? Monet’nin gün içindeki ışığın değişimiyle olan mücadelesi. Doğrudan doğada resim yapmayı ve insanların resmi gördüğünde kendisini o manzaranın içinde gibi hissetmesini kendine ilke haline getiren sevgili Monet!
Birçoğumuz için sıradanlaşan manzara resimlerinin büyük bir kısmının arkasında müthiş bir ışık çabası yer alıyor gerçekten de. En plein air, yani açık havada resim bizim için şu an ee ne var ki diyeceğimiz ama 19. yüzyılda metal tüp boyaları piyasaya sürülmeden önce oldukça zor olan bir çizim ortamıydı. Stüdyo ortamında çizilen resimlere göre daha hızlı ve gelişigüzel fırça darbelerinden oluşmak zorunda olan açık hava resimleri için metal tüp boya teknolojisi oldukça önemli bir gelişme olmuş, zira bundan öncesinde boyaların ağır kaplarda diğer ekipmanlarla birlikte taşınması ve bu boyaların ressamlar tarafından mineral, toz veya taş gibi malzemeleri kullanmak suretiyle hazırlanması gerekiyormuş.
Doğadaki ışığın yansımasının izlenimleri üzerine yoğunlaşan izlenimciler için vazgeçilmez olan bu buluşa dair Pierre- Auguste Renoir “ Boya tüpleri olmasaydı, izlenimcilik olmazdı” demiş.
Sahilde, denizin gökyüzünün ve ışığın arasında gözlerim gezinirken gördüğüm şeyin aslında Monet’nin izlenim kelimesini kullandığı ve en geçici etkilerin karşısında izlenimlerini iletmek amacıyla doğrudan doğadan bir parça alıp gösterdiği Gündoğumu tablosuna çok benzediğini düşündüm. Her saniye değişen renkler kim bilir ne kadar da sinirini bozmuştur.

Bu çizime yakından baktığımda gelişigüzel çizgilerden oluştuğunu görmek ve manzaranın bütünlüğünden kopmakla beraber uzaklaştığımda gerçeğe benzeme seviyesine hayret ediyorum. Kalın ve özensiz gibi duran fırça darbeleri aslında çok güzel renklerle ifade edilmiş ve o akıp giden ışık selinin bir saniyesini yansıtmış. Işık seli mücadelesi kimileri için şaşkınlık yaratırken kimi eleştirmenler o dönemde bu parlaklığın bir göz rahatsızlığına sebebiyet verebileceğini ifade etmiş (!) Gerçeğin olduğu anda ve olduğu yerde resmedilmesi çabası bu kadar basite indirgenebilmiş şaşıyorum doğrusu.
“Çok uğraşıyorum… ama yılın bu zamanında güneş o kadar hızlı batıyor ki yetişemiyorum…’enstantane dediğim şeyi verebilmek için çok iş yapılması lazım ve tek seferde yapılan kolay şeylerden de tiksiniyorum.”
Claude Monet, 1980 Mektup
Yürüyüşümün sonlarında hava daha da karardığında ışığın değişimiyle olan mücadele ile aklıma düşen Monet’nin aynı anda farklı tablolar üzerinde çalışarak ışık değiştikçe diğer tabloya geçmesi ve sonraki gün aynı saatte benzer ışıkla hepsine kaldığı yerden devam etme çabasını düşündüm. Yaptığı şeye olan bağlılığı ve tutkusu ile tüylerimi diken diken eden insanlar ve işler var bu dünyada. Gözlerimi ve kulaklarımı bir an olsun etrafımdaki cehenneme kapayıp elimden geldiğince bu huzura sığınmaya çalışıyorum. Bakıp da göremediğim güzellikleri farkına varmamı sağlayan tutkulu insanlara teşekkür ediyorum.
Huzurlu günlere…
Yazı: Aslınur Doğan