
Merhabalar dostlarım. Ne zamandır sizlerle öksüz bıraktığımız edebiyat köşesinde buluşmak istiyordum ancak yeni kitap okuyacak kadar kafamı boşaltamıyordum. Bununla beraber daha önce “Bir Delinin Hatıra Defteri” adlı oyun incelememin içerisinde Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan gelmeyiz.” dediğinin rivayet olunduğundan söz ettiğim hatırıma geldi. Böylelikle geçmişte birkaç kez okuduğum ve kısa olmasına rağmen en sevdiklerim arasında yer alan bir kitap ile size gelmeye karar verdim: “Palto”.
Sayfa sayısı az ancak içeriği dolu konsantre bir eser olan Palto ile ilgili söylemem gereken ilk şey esas karakterimiz olan Akakiy Akakiyeviç’in anti kahraman olarak kurgulanmış olduğudur. “Anti kahraman ne ola ki?” diyecek olursanız: Ekseriyetle edebiyat veya sinema dünyasında ana karakterin alışılagelen biçimde mükemmel, her konuda haklı ve neredeyse tüm davranışları doğru olarak karakterize edilmesi değil; aksine olumsuz duygular çağrıştıran, başarısız, çevresi tarafından önemsenmeyen, görünmez biri olarak tasvir edilmesidir. İşte Akakiy Akakiyeviç “Palto”da bu anlamda gerçek bir anti kahraman olarak karşımıza çıkar. Ana karakterimizin anti kahramanlığa delalet özelliklerinden bir miktar daha bahsetmek ve bu özellikleri detaylandırmak isterim.
Akakiy Akakiyeviç kitabın başından neredeyse sonuna dek silik, hayatta varlığı ile yokluğu neredeyse bir olan, görünmez bir kimse olarak tasvir edilmiştir. Adeta kaderi doğduğu andan itibaren bellidir zira bize doğduğunda ona güzel bir isim seçilememesi sebebi ile babasının isminin verilmesi detayı verilmektedir. Daha hayatının başında iken Akakiy Akakiyeviç’in isminin bile kendisine münhasır olarak konulmaya layık görülmemiş olması ile yazar bize adeta kahramanımızın başına gelecekleri hissettirmektedir. Cefakâr Akakiy’nin hayatındaki tek olumsuzluk ise bu olayla sınırlı kalmaz. Çalışma arkadaşları, amirleri hatta daireye yeni atanan kişiler de dahil olmak üzere herkes Akakiy ile dalga geçmekte, onunla acımasızca eğlenmektedir. Akakiy aslında bu zorbalıkları işine engel olmadıkları sürece önemsememektedir. Oldukça içe kapanık ve tekdüze bir hayat yaşayan, hatta Gogol’un tarifiyle “yıllardır iş yerinde aynı yerde oturan, aynı işi yapan, özel ilgi alanları bulunmayan, görevi yazıları temize çekmek olan” biridir Akakiy, etliye sütlüye karışmaz. Kahramanımızın oldukça sessiz tavrına rağmen üst rütbedeki memurlar basit nezaket kurallarını bile kendisine çok görüyor, tepki vermediği için bu acımasız kişiler tüm etik değerleri yok sayıyorlar (ki burada aslında insanların bir engel yahut yaptırım ile karşılaşmadığı takdirde zorbalıkta sınır tanımadıklarını tekrar görüyoruz). Çalışma arkadaşlarının kahramanımızı ezme çabaları bizi bile isyan ettirirken Akakiy yalnızca “bana niçin eziyet ediyorsunuz, ben size ne yaptım?” diye soruyor. Açıkçası bu kısım kitapta beni en yaralayan yerlerden biri olmuştu çünkü hem uğradığı haksızlık üzerine Akakiy ile empati yapmak hem de insanlığın tiranlaşmaya, zorba tarafta olmaya ne kadar yatkın olduğunu Gogol’un bu eserinde bize iliklerimize kadar hissettirmesinin yarattığı korkunç hisler ile yüzleşmek, sanıyorum kolay olmuyor. İnsanların bir araya geldiklerinde nasıl sürü psikolojisi ile kendisini güçlü konumda görüp, aslında kendisinden çok da farklı bir yerde olmayan kişilere (gerçi olsa ne olur?) acımasız davranmaktaki pervasızlığı yüzümüze adeta tokat gibi çarpıyor (Boyunuz devrilsin pis insanlar). Akakiy’in yanına gidip “Allah aşkına bir şey de artık be adam!” demek ve aynı zamanda oradaki insanların karşısına dikilip onu savunmak istiyoruz. Zira dairedeki hemen hemen kimse ile muhatap olmayıp yalnızca işiyle alakadar olmasına karşın sessizliği sebebiyle insanlar tarafından uğradığı zorbalığa şahit olmak okur olarak canımızı epey sıkıyor.
Sanıyorum Akakiy ile ilgili ona yapılan haksızlıklar karşısındaki rahatsızlık duygumuzu Allahu Ekber dağlarına çıkaran şey kendisinin gerçek anlamda zararsız, birine kötülük yapmayı bırakın, kimsenin hakkında kötülük düşünmeyen biri olarak tasvir edilmiş olması. Tam anlamıyla adeta günahsız ve mahcup biçimde, karşımızda oldukça savunmasız duruyor. Ona yapılan her türlü müdahale de bizi daha derinden yaralıyor. Bunun ile ilgili kitapta kısa geçilen ancak benim ilgimi (ve eminim başkalarının ilgisini de) epey çeken bir hadise yaşanıyor. Daireye yeni atanmış biri, Akakiy ile dalga geçerek kendini var etmeye, pozisyon edinmeye, saygı görmeye çalışan diğer kişilere uyarak Akakiy ile dalga geçmeye yöneliyor. Ancak Akakiy’den “Bana niçin eziyet ediyorsunuz, ben sizin kardeşinizim.” sözleri dökülüyor. Bu sözler yeni gelen memur üzerinde epey etki ediyor, yaptığı hareket her aklına geldiğinde utanç duyuyor ve onun hayatında bir dönüm noktası haline geliyor. Burada masum Akakiy’in henüz tamamen yozlaşmamış biri üzerinde yaptığı etkiyi ve onu kötü yoldan iyiliği ile döndürdüğünü görüyoruz (bu kitabı değerlendirirken “ben sizin kardeşinizim” gibi cümleleri ile bir miktar Hristiyanlık öğretisine göz kırptığını unutmamak gerek).
Devamında Akakiy’in üzücü ve sıradan hayatında tek bir heyecanlı hadise gerçekleşiyor, o da kitabımıza da ismini veren palto meselesi. Akakiy’in yıllardır kullandığı ve terziye götürmekten helak olmuş, dairedeki dalgacı iş arkadaşlarınca adına artık çaput denilen oldukça eski bir paltosu var. Bir gün Akakiy paltonun tekrar yamaya ihtiyacı olduğunu fark edip terzisine gidiyor. Ancak terzinin artık paltonun yama tutamayacak halde olması sebebiyle yenisini dikmeleri gerektiğini söylemesi ile Akakiy adına yeni ve zorlu bir dönem başlıyor. Zira uzun zamandır kıt kanaat geçinen Akakiy için palto dikmek için gerekli miktar oldukça fazla geliyor. Ancak terzisini ne kadar zorlarsa zorlasın tekrar yama yapmaya ikna edememesi üzerine yeni bir palto diktirmeye razı geliyor. Akakiy’in bu paltoyu diktirmeye başlaması ile hayatında ve karakterinde birtakım değişiklikler meydana gelmeye başlıyor. Önce hayatında ilk kez, bir “şey” için heyecan duyduğunu, çabalayıp para biriktirdiğini görüyoruz. Daha sonra paltosuna kavuştuğu ilk gün arkadaşları tarafından ilgi görüyor, hayatında ilk kez partiye katılıyor, içki içiyor ve hatta bir kadının peşinden gitme hayali bile kuruyor. Bu güzel gün ise çok fazla sürmüyor ve Akakiy’in montu çalınıyor. Bu noktadan sonra ise Akakiy’in Rus bürokrasisinin çarkları arasında ezilişini izlemeye başlıyor, çaresizliğine tanık oluyoruz. Akakiy montunu çalan hırsızları bulabilmek için alt mertebeden üst mertebeye kadar herkese gidip derdini anlatmaya çalışıyor çünkü hayatında ilk kez yazı yazmak fiili dışında önemsediği, emek verdiği bir şeyi yitiriyor. Ancak kapılar birer birer üzerine kapanıyor ve kimse bin bir emekle elde ettiği paltosunu aramıyor. Daha fazla dayanamayan Akakiy hayata veda ediyor.

Pek çok şeyi aslında anlattım ama bazı şeyleri de anlatmamak için kendimi tuttum. Daha konuşmak isterdim ancak kitaba dair heyecanınızı söndürmek istemiyorum. İşte bu sebeple yazımın sonuna artık geldim. En kısa zamanda bu kısa ancak yoğun duygularla dolu kitabı eğer okumadıysanız okumanızı öneririm. Okuduysanız eğer yorumlarda buluşalım sevgili okur! Görüşürüz.
Yazı: Yağmur Sevindik