Selam! Bugün yine bir Dostoyevski romanı hakkında konuşmaya geldim, belki bu sıralar size sıklıkla eserlerinden bahsederim. Kitaptan bahsetmeye geçmeden önce, niçin bugünlerde sıklıkla Dostoyevski eseri yazma ihtimalim olduğu konusunda çene çalmak istiyorum. Oldukça uzun olacak bu kısmı okumak istemeyen okuyucularımız, kitaba ilişkin düşüncelerimi spoiler uyarısından itibaren okuyabilirler. (İşbu cümle ilgili kısmın 2 Word sayfası tutması sonucunda görülen lüzum üzerine, sonradan eklenmiştir.)
Öncelikle dünyadaki zamanımız, kitaplar ve yeni yürümeye başlamış bir bebek gibi peşimden ayrılmayan geç kalmışlık hissi hakkında konuşacağım. Dostlarım, ben 27 yaşındayım ve bu vakte kadar hem kitap okumayı çok sevdim hem de bu güzel uğraşı çoğunlukla kendime zehrettim. Aklınıza elbette “Bunu nasıl başardın?” sorusu düşmüştür, hemen yanıtlayayım. Fani ömrümün tüm güzel kitapları okuyabilecek zamanı bana tanımadığını bildiğimden, bu gerçeklik bende hep bir geç kalmışlık hissi ve dolayısıyla yetişme telaşı oluşturdu. Bu telaş içerisinde birçok eseri üst üste, ara vermeksizin okuyarak adeta kendi kendimle yarışmaya başladım. Tabi ki kazanmamın mümkün olmadığı bu okuma yarışında ne kadar okursam okuyayım hep geri düştüm. Bu hengâme içinde kült kitapları, klasikleri bitirebilmek şöyle dursun, okumam gereken kitaplar listesine her yıl onlarca kitap eklendi. Okuduğum kitaplar, henüz okumadığım ancak okumak istediklerimin yanında her zaman mütevazi kaldı. Ve ben de bu yükün altında ezildikçe ezildim. Bunun sonucunda kitapları art arda okuyup, bir an önce listedeki diğer kitaplara geçmeyi umdum. Sanki elimde bir alışveriş listesi vardı ve ben sepetime attıkça yanlarına tik atıyordum. Onları bitirmeyi adeta kendime görev biliyordum. (Elbette okuduğum kitapları bu aceleci hâlin içinde de olsa anlamadan ve üstünkörü okumadım.) Bunun sonucunda, aslında çok isteyerek okuduğum bu kitaplara gösterdiğim ihtimam yarım kalmış oldu. Çünkü kaybedecek hiç vaktim yoktu. Bir an önce diğer kitapları okumaya geçmeli, listem uzayıp giderken ona yetişmeliydim. İşte bu nedenle bazı kitapları okuduğum anda düşündüklerim ile sınırladım, kitabın kapağını kapattığımda kendime onu özümsemek için zaman tanımadım ve üzerine salim kafa ile düşünmedim, düşünemedim. İnsanların eser hakkındaki düşüncelerini okuyamadım, yazarın kendi kitabı hakkındaki düşüncelerini araştıramadım, kitap hakkında yeni ufuklara açılamadım. Kendim ile sınırlı kaldım. Tahmin ettiğiniz gibi çok acelem vardı çünkü! Bu kısır döngü üniversite hayatımın ortalarına kadar devam etti, o sıralarda ise bölümüm sebebiyle artık hemen hemen hiçbir şey okuyamaz hale gelmiştim. Okumayı istediğim eserlerin tümünü yetiştiremeyeceğim zaten apaçık ortadayken, bu durum beni daha da gerilere itti ve büsbütün yenilmiş hissetmeme neden oldu. Bu yenilgi üzerine kitaplardan uzun süre uzak durdum. Şimdi geriye baktığımda, hayatta yaptığım birçok şey gibi, burada da telaşımın eylemlerimden aldığım keyfi sınırladığını, asıl amacıma gölge düşürdüğünü üzülerek anlıyorum.
İşte, yukarıda bahsettiğim okuma telaşı içerisinde elbette Dostoyevski ile tanıştım. Kallavi eserler için görece erken sayılabilecek yaşlarda (19 civarı) yazarın “Yeraltından Notlar”, “Budala”, “Suç ve Ceza”, “Karamazov Kardeşler”, “Kumarbaz”, “Delikanlı” gibi eserlerini bir çırpıda okuduktan sonra, eser üzerine hak ettiği kadar kafa yormadan okumuş oldum. Bir önceki cümlemden bunu bir hata olarak nitelendirdiğim anlaşılmasın. Zira benim açımdan bunu söylemek fahiş bir hata olur. Okumak istediğim kitaplar bakımından yönelimimi erkenden keşfetmiş oldum. Realizm akımının etkisinde yazılan, insanların psikolojisinin ve karakterlerinin deyim yerindeyse didik didik tahlil edildiği, yani insanın gerçek anlamda anlatıldığı romanların benim için büyük bir keyif kaynağı olduğunu bu şekilde anladım. Ama aynı şekilde Dostoyevski’nin kitaplarını okurken (biliyorsunuz “bazı kitapların zamanı olduğu”na ilişkin klasik bir geyik vardır) hep bir eksiklik hissettim. Sanki o zamanlar aldığım keyif kitabı daha sonra okursam daha da katmerlenecek, ben de bu kitapların derinliğini asıl o zaman daha çok kavrayacak gibiydim. Benim malum kitap okuma maratonuma ters düşeceğini bilsem de (çünkü durup dinlenmeye, geriye dönmeye, bir kez daha okumaya vaktim yoktu) bir gün tekrar okumak ihtiyacı duyacağımı biliyordum. Fakat oldukça geri olduğumun belli olduğu bu yarışta daha da geri düşmeye kesinlikle niyetim yoktu. Dolayısıyla ben de bu düşünceleri aklımdan savıyor, halı altına süpürüyordum. Ve en sonunda, bugün geldiğim noktada, klişelerden ömrüm boyunca elimden geldiğince kaçınmışsam da bu konuda boyun eğdim. Tekrar okumak için derin bir istek duyduğum eserleri tekrar okumaya, bu kitapların hakkını kendim için, kendime teslim etmeye karar verdim. İşte dostlar, geçen gün arkadaşlarımla konuşurken fark ettim ki Dostoyevski’nin erken dönem eserlerinin birçoğunu okumamışım ve yukarıda sıraladıklarımı erken yaşlarda okumuşum. Bahsettiğim konuşmalardan sonra Dostoyevski’nin ilk eserinden itibaren başlayarak bazı eserlerini ilk defa, bazılarını ise ikinci kez okumaya karar verdim. Geçen haftaki ve bu haftaki yazımın, hatta belki gelecek haftalardaki yazılarımın sebebi, işte uzun uzadıya anlattığım bu durumdur. Ben, zamanın beni kesinlikle yeneceği bu yarıştan artık çekildim.
Evet, şimdi sizinle ilk kez okuduğum, daha önce okumadığıma hayıflandığım, Dostoyevski’nin yalnızca 25 yaşında iken yazdığı ikinci romanı “Öteki” hakkında konuşacağım. İyi okumalar!
*Yazının bundan sonrası yüksek miktarda (ama gerçekten yüksek) SPOILER içermektedir*
“Gizli saklı değil, hiçbir oyun çevirmeden, gayet açık bir biçimde hareket ederim ve kime, nasıl zarar, hem de büyük bir zarar vereceğimi bilmeme rağmen Krestyan İvanoviç, elimi böyle işlerle kirletmem. Bu anlamda ellerim gayet temizdir Krestyan İvanoviç!”
Dostlarım, öteki nedir? Ötekinin, belki en sade tanımla, “benliğimizin dışındaki her şey” olduğunu söyleyebiliriz. Kitaptaki öteki de başkahraman Jakov Golyadkin’in parçalanmış bilincinin ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Ve akabinde Jakov Golyadkin, kendinden yarattığı yeni Jakov Golyadkin ile çetin bir mücadeleye giriyor.
Peki Golyadkin kim? Ona soracak olursak kendini şu şekilde tanımlıyor: “Dolambaçlı yollara sapmayı sevmeyen ve maskeyi sadece maskeli baloda takan insanlar vardır beyler. En önemli iş olarak çizmeleriyle parkeleri cilalamayı görmeyen insanlar. Pantolonların üstlerine tam oturmasını yaşamda en büyük mutluluk saymayan insanlar beyler. Ve son olarak beyler, amaçsız yere ortalıkta dolaşıp durmayı, kur yapmayı, dalkavukluk etmeyi ve hepsinden önemlisi üstlerine vazife olmayan işlere burunlarını sokmayı sevmeyen insanlar vardır… Söyleyeceklerim aşağı yukarı bu kadar beyler; şimdi izninizi rica ediyorum…”
Golyadkin’i bir de ben tarif edersem kitabın başından itibaren paranoya sahibi, kafasında dönen düşüncelerin içinde kaybolan, ne yaptığını, nereden geldiğini unutan, bilinci dağınık, dürtüselliği zirvede, yaptığı hareketlerin sonucunu öngöremeyen, davranışlarına engel olamayan, fiillerinden sıklıkla pişmanlık duyan, utanacağı hareketler yapan, sosyal bozukluğa sahip bir insan diyebilirim.
Bizim iyi yürekli, maskeli balo haricinde maske takmayan, işini büyük bir özenle yapan (ki Rus edebiyatında, kahramanlar açısından bu mesele hayat memat meselesidir) kahramanımızın, paranoyadan çoklu kişilik bozukluğuna doğru ilerleyen psikolojik serüveni nasıl ilerliyor? Üst düzey memurun kızının doğum gününe davetli olmadığı halde gidip yaka paça dışarı atılmasının travmasıyla kendisinin zıttı, kötücül gördüğü yeni kişiliğini yaratıyor Jakov Golyadkin. Habis Jakov Golyadkin, yani öteki, bizim esas Jakov Golyadkin’den farklı olarak üst düzey memurlarla arası çok iyi olan, yüksek zümreden hanımlarla dans edebilen, aptalca ve utandığı hareketleri yapmayan, toplantılara çağrılan (her önemli toplantıda öteki vardır) nerede ve nasıl konuşacağını bilen, etrafındaki kişilerle şakalaşan, alaycı ve kurnaz biri olarak tanımlanıyor. Esas kahramanımız, ilk başta kendisi ile aynı isimde olan ve kendisine çok benzeyen öteki ile uzlaşmak istiyor. Fakat öteki Golyadkin, daha sonra onun yerini almaya çalıştıkça, işler esas kahramanımız bakımından adeta çığrından çıkıyor. Ve öteki Golyadkin esas Golyadkin’i bastırmaya, onu yenmeye başlıyor. Bunun sonunda kahramanımız, kendini ispatlama konusunda büyük bir savaş veriyor.
Öteki Jakov Golyadkin’i esas kahramanın yarattığı konusunda kitap boyunca bize net bir bilgi verilmiyor. Ancak insanların gülüşmeleri, kaş göz işaretleri, uşağı Petruşka’nın ona verdiği bazı cevaplar (örneğin mektup meselesi), iş arkadaşlarının bazı tavırları bizde Jakov ile dalga geçildiği yönünde intiba bırakıyor. Eski Rus romanlarını okumuşsanız saygı, şeref, üst-ast ilişkilerinin önemini tahmin edebilirsiniz. Kitabın içinde o döneme ait olamayacak, o dönemde ayıplanacak birtakım davranışların Jakov’a yapıldığını okuduğunuzda bu hissiyatınız kuvvetleniyor. Ancak kitapta sona gelinceye dek ara ara “yahu sahiden böyle biri var mı?” sorusu aklımızı karıştırıyor. Fakat Dostoyevski’nin “bu öykünün tek ve gerçek kahramanı Bay Golyadkin” ile başladığı cümle (en azından benim açımdan) her şeyi açıklığa kavuşturdu.
Biraz anlatımdaki etkileyicilikten söz etmek istiyorum. Öncelikle konu o zamana göre oldukça değişik zira kitap 1846 yılında yazılmış. Ve o zamanlar kişilik bölünmeleri tıp literatüründe henüz tanımlanmış bile değil. Ancak Dostoyevski henüz tanımlanmamış bir hastalığı bile öylesine harika, öylesine gerçek bir şekilde aktarmış ki! (Dostoyevksi’nin büyüklüğü kupa büyüklüğü değildir, görüyorsunuz…) Jakov Golyadkin’in paranoyasının onda oluşturduğu huzursuzluk, tedirginlik gibi unsurları, sosyal bozukluklarının insan ilişkilerinde ve hayatında yarattığı arızaları ve özellikle kitabın başında doktor ile olan konuşmalarında, iş arkadaşlarıyla sohbetlerinde müthiş bir ustalıkla dile getirmiş. Oluşturduğu ikinci kişiliğin yani çoklu kişilik bozukluğunun semptomları olan nasıl, ne zaman, nereye gittiğini hatırlayamaması, hareketlerini kontrol edememesi, onu kendisinden bağımsız olarak görmesi, konuşması, adeta ayrı bir kişiliği olması gibi detaylar dantel gibi işlenmiş. Kahramanımızın yarattığı ikinci kişilik ile girdiği mücadele kitap boyunca öylesine canlı anlatılıyor ki kahramanımızın çektiği tüm ıstırapları biz de çekiyoruz. (Kitabın sonlarına doğru bahçede yakalandığı o andan kitabın sonuna değin geçen süre enfes değil de nedir?) Paranoyak duygularının Golyadkin’de yarattığı hasarı görüp onun gelgitlerle dolu zihnini okudukça, bizim içimizi bir sıkıntı kaplıyor. Davranışı gerçekleştirirken düşündükleri ile davranışı gerçekleştirdiği an ve hemen akabinde gerçekleşen olaylara tanık olduğumuz, düşüncelerini okuduğumuz o anların sahiciliğine akıl sır erdiremiyorum. Dostoyevski, Jakov Golyadkin’in ruh hâlini anlayıp onunla yüksek dozda empati yapabilmemizi sağlamakla kalmamış, bizi adeta kahramanın beyninin içine transfer etmiş. Yine balo hikayesini kurgulayışında ve anlatışında bize gözlem ve ifade yeteneğini cömertçe sunmuş. Sayın Dostoyevski, bir insanı böylesine anlatabilmen için bu psikolojik bozukluklara bizzat sahip olman gerekir. Bize açıkla! Dostoyevski bu tahlillerinde bize adeta “hey, ben buradayım” diyor. Jakov’u hissetmek, onun duyduğu utancı deneyimlemek, çabasına şahit olmak o kadar zorlayıcı ki bazen buhranlara girdim. Nefis bir insan çözümlemesi!
Dostoyevski ilk kitabında değil ama, bu kitabında gümbür gümbür geldiğini ortaya koymuş. “İnsancıklar”ı yazım hayatı bakımından deneme yaptığı bir kitap olarak kabul edersek (ki zaten ilk kitabı), “Öteki” ile artık yavaş yavaş kendini bulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ben insan psikolojisini anlatmada tarih yazmaya geliyorum diyor adeta. Büyük konuşuyorum ama Dostoyevski bu romanında bazı psikolojik rahatsızlıkların adeta ders kitabını yazmıştır. Okursanız bana hak vereceğinize samimi olarak inanıyorum.
Biraz da anlatımından söz etmek istiyorum artık. “Öteki”de sonraki eserlerinde görmediğimiz ölçüde yoğun betimleme ve öyküleme var. Mekân, çevre, dış görünüş ve kişileri adeta onun gözünden görmemizi isteyecek kadar detaylı tasvir etmiş. Adeta yüzyıllar sonra bile okuyucusunun onunla aynı şeyi düşlemesini ummuş gibi… Bu sebeple, kitabı okurken aynı zamanda Dostoyevski’nin istediği biçimde kafanızda canlandırabiliyor, onun gözünden görüyorsunuz.
Dostoyevski’nin bu kitapta “ey okur” gibi ifadelerle doğrudan okuyucuya seslendiği kısımlar mevcut. Romanın bazı kısımlarında kendini yazar/anlatıcı olarak esere katmış, hikâyenin bazı kısımlarını bu şekilde bizimle paylaşmayı uygun görmüş, hatta paylaşırken konu hakkındaki kendi duygu ve düşüncelerini de ifade etmiş. Bizimle adeta şahsen irtibata geçtiğini söyleyebileceğim bu kısımlarda sazı eline alıp hikâyenin ilgili kısmını anlatmaya devam ederken takındığı üslubun ilginç bir şekilde komik olduğunu söyleyebilirim. Hatta bazen bizi eğlendirme ve eseri sunma, beğendirme, hikâyeyi yüceltme telaşesi bile hissettim. Bununla beraber, sanki Dostoyevski yer yer kalemine güvenemiyor, kurguladığı hikâye nedeniyle mahcubiyet hissediyor ve onu yüceltmek için adeta kendi sanatını yeriyor gibi hissettim. Çünkü “bunları size nasıl anlatayım”, “yeteneğim buna izin vermiyor” gibi cümlelerle anlatımını sıklıkla aşağılamış. Bununla birlikte hikâyenin bazı yerlerinde, anlatımına öykündüğü Puşkin, Homeros gibi yazar ve şairlere hayranlığını belirtmiş. Gerçi, bu aşağılamaya benzeyen söylemler belki de kibrinin bir tezahürü idi, kim bilir? Dostoyevski’nin arada kendini katması, romanın tekdüzeliğini kırmış. Ama yine de anlatımın biraz yavan ve alışılmadık geldiği anlarda, “bu yazım bir felaket dostum, iyi ki kendini bulmuşsun!” demekten kendimi alamadım. Ben çok sevdim mi, sanırım biraz ikilemdeyim. Çünkü Dostoyevski biraz “Şahane Pazar” sunan Süheyl ve Behzat Uygur gibi çıktı karşıma, bilemiyorum. Sanırım, aynı temayı geç dönemlerinde yazsa idi çok daha başarılı bir roman çıkarırdı gibi geliyor bana. Ama o günün şartları için oldukça cesur olan bu seçimi, yalnızca biçimsel yönden yargılamak da pek doğru gelmiyor bir yandan.
Kitapta değinmek istediğim son iki şeyi belirtip bu upuzun yazıyı, izninizle artık bitirmek istiyorum. Kitapta geçen sihirbaz-serçe parmak feda etme hikâyesinde Goethe’nin “Faust”una selam vermeden geçmediğini düşünüyorum (ki yukarıda bahsettiğim üzere Dostoyevski bu anlamda ustalara saygı kuşağı gibidir). Hatrımda kalan diğer bir şey ise romanın bir yerinde arabacının Golyadkin’i balo yapılacak eve getirmesi ve istediği yere götürmek için beklemesi. Kahramanımız gelip araba ile dönmeyeceğini söylediğinde, arabacı homurdanıp “atıma yazık” gibi bahanelerle beklediği sürenin parasını Jakov Golyadkin’den alıyor. Ay resmen 1846’da ata taksimetre açtılar!
Ve kitap, Bay Golyadkin’in doktorun yanına gidip ondan ilaç aldıktan sonra baloya gidişi ile başlayıp balodan doktoru Krestyan İvanoviç eşliğinde ayrılması ile sona eriyor.
*Spoiler’ımız Sona Ermiştir*
-SON SÖZ-
“Öteki” için Dostoyevski’nin kabuğundan çıkıp kendini gösterdiği ilk eser diyebilirim. Hatta “Yeraltından Notlar”daki varoluşsal buhranı yazmasının bebek adımları demek de yanlış olmayacaktır. Yani bu kitap güçlü psikolojik tahlillerin kendini gösterdiği, Dostoyevski’nin yönünü belirlediği ilk kitap bence. Onu anlamak bakımından bu eserin çok ama çok önemli olduğunu düşündüm. Anlatımsal bazı sıkıntılar olduğunu düşünsem de bu durum, kitaptan aldığım keyfi majör biçimde engellemedi.
Evet dostlarım, uzunca bir yazının sonuna geldim. Yazarken üzerine titredim, beğeninize sundum. Umuyorum bu yazıyı hoşunuza giderek okursunuz. Yazımı beğenseniz de beğenmesiniz de fikirlerinizi benimle paylaşırsanız mutlu olurum. Ben de yazımı etkilemesin diye bu kitabın yorumlarını okumamıştım, şimdi koşa koşa bakmaya gideceğim. Sevgilerimle.
Yazı: Yağmur Sevindik