“İçimizdeki Şeytan” Kitap İncelemesi

Selamlar İleri Geri Dergi okurları! 

Adıyla “beni oku beni oku ! “diye bağıran “İçimizdeki Şeytan” ve bana düşündürdükleri hakkında birkaç kelam etmek üzere bir araya gelmiş bulunuyoruz. 

Bu kitabın adının güzelliği nedir? Her insanın içinde bir şeytan olduğu ya da hiç kimsenin yeterince masum olmadığı fikrine bol bol kapıldığım yaşlarımdayım diye mi beni bu kadar kendine çekti bilinmez.

Kitap şahane mi? Bence değil ama kesinlikle okumaya değer. Hayatımda ilk defa kurgusal bir kitabın ikinci sayfasından itibaren konuşmalar beni içine çekti. Genelde betimlemeler ve karakter tanımlamalarıyla başlamasına alıştığım kurgu kitapları için gündelik felsefe muhabbeti yapan iki gencin konuşması ile başlaması benim için fark yaratıcı oldu diyebilirim. Müsaadenizle bu ikinci sayfadan bir alıntı yapmak isterim:

“ Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki… Yoksa hiçbir şey yapmamalı. Düşünüyorum: elimizden ne yapmak gelir. Hiç… Milyonlarca senelik dünyada en eski şey yirmi bin yaşında… Bu bile biraz palavralı bir rakam… Geçen gün bizim felsefe hocasıyla konuşuyordum. Lafı gayet ciddi tarafından açtım ve hikmeti vücudumuzu araştırmaya çalıştım. Dünyaya ne halt etmeye geldiğimiz sualine o da cevap veremedi. Yaratmak zevkinden, hayatın bizatihi bir hikmet olduğu hakikatinden dem vurdu, fakat çürük… Ne yaratacaksın? Yaratmak yoktan var etmektir. En akıllımızın kafası bile bizden evvelkilerin depo ettiği bir sürü bilgi ve tecrübenin ambarı olmaktan ileri geçemez. Yaratmak dediğimiz şey de bu mevcut malları şeklini değiştirerek piyasaya sürmekten ibaret…”

Uzun bir alıntı oldu ama benim için kitabın devamını okumayı bir merak meselesi haline getiren türden bir ikinci sayfa. Ben yayınevinin yerinde olsam kitabın arkasına tanıtım yazısı olarak bunu koyardım. 

İnsanın anlama ve amaca dair sorguları ve bunları dile getirişi benim için vazgeçilmez bir mesele. Bu yönüyle yukarıdaki cümleleri kuran ana iki karakterden biri olan Ömer beni başta kendine çekti de çekti. Ömer’in fikirlerine her zaman tam olarak katılmasam da, düşünme ve sorgulama yaklaşımını beğendim.  

Ömer’den hemen sonra karşımıza çıkan diğer ana karakter Macide ile tanışıyoruz. Macide’nin iç dünyası o kadar güzel aktarılmış ki sanki bir arkadaşım samimi bir şekilde dertlerini bana anlatıyormuş gibi hissettim. Dolayısıyla Macide kızımızı hemen sahipleniyoruz okurken.

“ Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görünmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi.”

“İçimizdeki Şeytan”ın kurgusu televizyondaki dizilerin ya da tipik Türk filmlerinin yapısından farklı değil. Hikaye merak ettiriyor ama bir yandan da klişelerle dolu. Aslında yaklaşık 100 yıl önce yazıldığını düşünecek olursak bugün klişe diyebileceğimiz ama zamanında belki de yenilikçi olabilecek türden bir kurgudur. Kitabı benim için okunmaya değer kılan en önemli detay karakterlerin zihinlerinden geçen düşünceler oldu açıkçası. Bu, belki bir başkası için fikirlere katılmadığı zaman bağlayıcı olmayabilir. 

Kurguya tekrar gelecek olursam, olaylar birden bire değişiyor bununla beraber Ömer karakterinin başlarda çizilen ağır profili bizleri neredeyse rahatsız edecek hallere geliyor zaman aktıkça. Bu değişimin sebebi Ömer tarafından şeytana yüklenmiş durumda. Herkesin içinde bir şeytan var ve her şey ona karşı koyabilmekle başlıyor. 

Ömer genç yaşına rağmen okuduğu felsefe bölümünün de katkısıyla etrafındaki olayları gözlemlemiş ve her şeyin anlamını irdelemiş bir halde karşımıza çıkmışken birden Macide ile evlenerek geçim kaygısı ile içindeki şeytan arasında denge sağlamaya çalışan aile babası oluveriyor. Böyle olunca da kitabın devamında tıpkı Macide kızımız gibi eski Ömer’i özlüyoruz. 

Ömer ve Macide arasındaki ilişki bana “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmindeki ilişkiyi anımsattı ve muhtemelen bu yüzden tatlılık ve hüznü bir arada yaşattı. O içten düşünmeler ama yok yok ne der ki şimdiler 😀 

Ömer’in dönüşümünü uzaktan izlemektense içimizden biri olduğunu bilerek görmek ve hissetmek gerekli diye düşünüyorum. Zira Sabahattin Ali’nin vermek istediği temel mesajlardan biri bu karakterin dönüşümü ile aktarılmış bana kalırsa. Evet, Ömer insanların birçoğunun sahip olamayacağı derin düşüncelerde yüzüyor ama tıpkı o derin düşüncelerde yüzen ve suda çırpındıkça batan azınlıktakiler gibi o da batıyor. Her şeye anlam bulma ve düşünme eylemini gerçekleştirmeye çalışırken hayatı kaçırıyor aslında Ömer biraz da. Şansına aşık oluyor ve anlamı ucundan yakalıyor ama bu, o anlam arayışındaki insanın tamamen ölüşü demek oluyor. 

Acaba evlilikler insanların birey olmasına bu şekilde mi engel oluyor hep? Sorumlulukları yerine getirme ve başka birine verilen söz sebebiyle kendini unutma ve kapılıp gitme şeklinde…

Türlü olaylar ve insanların etkisi altına girip hayatımızın akışını ve derin düşüncelerimizle inşa etmeye çalıştığımız benliğimizi ziyan etmenin tek suçlusu içimizdeki şeytan mıdır? Ömer kaybolup içindeki şeytana uysa dahi yolun sonunda her şeyi içindeki şeytana yüklemenin aslında hiçbir sorumluluk almamaktan farksız olduğunu ve aslında iyi bir insan olmanın sadece kötülük yapmamak değil kötülüğü içinde bile barındırmamak olduğunu anlıyor kitabın sonunda. Bu fark edişle beraber tekrar ıssız adam rolüne bürünmek ve bulduğu ama aynı zamanda kaybettiği anlamları düşünmek üzere cesur bir adım atıyor.

Ömer giderken ve kitabı kapatırken düşündüm de başlangıç, yükseliş, kayboluş ve sonunda farkındalık ile kabuğuna çekiliş olmadan sakin seyrederek kurtulmak mümkün değil belki de içimizdeki şeytandan. 

Yazı: Aslınur Doğan

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir