Herkesin okuması gereken kitaplardan sayılan Cesur Yeni Dünya’yı okudum yakın zamanda. Etkisini çok uzun seneler boyunca koruyabilen ve ne olursa olsun hakkında tartışmaların döndüğü bir kurguyu bilmemek ayıp oluyordu artık.

Bu tarz distopik (kimileri Cesur Yeni Dünya’yı bir ütopya olarak da görebiliyor) kurgularla tanışmam George Orwell ile olduğu için başlarda Aldous Huxley’e karşı biraz yabancılık çektiğimi itiraf etmeliyim (zaten ikisi distopik eserleri dolayısıyla sıkça karşılaştırılan yazarlar olmuş). Özellikle edebi bir metin olarak baktığımızda dilin, kurgu ve fikirlerin kalitesinin gerisinde kaldığını söyleyebilirim. Uzun uzun betimlemeler, derin ve karmaşık cümlelere her zaman gerek yok elbette ama kitabın çok uzun bir bölümü kısa ve düz anlatımlı diyaloglardan oluşuyor. Dolayısıyla çok kolay okunabiliyor ama alınan dil zevki biraz yarım kalıyor.
Kitabı anlamaya çalışmadan önce yazarı anlamaya çalışmak gerekir çoğu zaman. Elbette henüz tanıştığım bir yazar için çok derin tespitlerim olamadı ama nasıl bir hayat yaşamış, genel olarak neler düşünmüş bunları bilmek kitabı anlamlandırma noktasında çok faydalı oluyor.
Huxley Bey’e baktığımızda çok üretken, düşünmeyi kendisine görev edinmiş kaliteli bir insan görüyoruz. Hatta öyle ki söylentilere göre geçirdiği kısa süreli körlük ya da görme zorluğu döneminde yorulmadan okumaya ve üretmeye devam edebilmek için Braille alfabesini öğrenmiş.
Kitabı yazdığı dönem Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunduğu için Amerikan toplumundaki yozlaşmışlığı ve dönemin Ford Fabrikası’ndaki seri üretiminin de yansımasıyla kapitalist tüketim toplumunu sorgulamasına sebep olmuş. Bizler de bugün bu sorgulamanın meyvesini yiyoruz efendim, zira kitabımız bu meyvedir.
Kitapları bitirince Goodreadsten diğerleri ne demiş diye bakmak adettendir efendim. Cesur Yeni Dünya için yaptığım minik gezintide gördüm ki bu kitap distopya mı yoksa ütopya mı noktasında insanlar ikiye ayrılmış durumda. Şimdi niyeymiş görelim:
Yepyeni bir Dünyayı konu alıyor adından belli. Bu Yeni Dünya insanların geçmişte yaşamış olduğu yıkıcı savaş tecrübelerinden sonra kendi iradeleriyle oluşturulmuş bilinçli bir sınıflandırma dünyası. Bizim için gayet sıradan olan aile, annelik, sıradan bir çocukluk, düşünme (felsefi anlamda) gibi birçok durum yeni anlamlara bürünmüş halde. Aile kavramı tamamen yok edilmiş ve dolayısıyla ebeveynlik de beraberinde silinip gitmiş. Ama bu gidiş öyle bir gidiş değil; annelik denildiğinde duyanların tüyleri diken diken oluyor, utanıyor ve anne olan kişi ayıplanıyor.
Birey olma olgusu kökten bir şekilde yok edilerek herkesin toplumu inşa eden gerekli yapılar olduğu söyleniyor ve tüm bunlar henüz minicik bir bebekken uykuda şartlandırılma yöntemiyle öğretilmeye başlıyor. İnsanın düşünme yönünü yok eden yapı da bu şekilde ortaya çıkıyor aslında. Bunlara ek olarak embriyonun içine yapılan müdahaleler sonucu kişiler sınıfına uygun bir fiziksel ve zihinsel kapasite ile doğuyor. Yapay döllenme yöntemleriyle kendi sınıfından son derece memnun ve bir başka sınıfta olmayı aklından bile geçirmeyecek şekilde insanlar üretiliyor. Duygusal ve düşünsel derinliklerden arındırılmış Yeni Dünya’da insan için tek amaç, bulunduğu sınıfa uygun olacak şekilde davranmak ve mutlu olmak. Her şey çok kolay çünkü herkes içinde bulunduğu koşullardan son derece memnun olmaya şartlı şekilde doğuyor ve büyüyor!

Şu ana kadar bize çok uzak gelen bu dünyanın insanlarının zihinlerine eşlik ettiğimizde “ya bu o kadar da kötü bir şey olmasa gerek insanlar halinden epey mutlu baksana?!” diye geçiriyor insan içinden ister istemez. İşte bu yüzden tartışılıyor Cesur Yeni Dünya iyi bir dünya mı yoksa kötü bir dünya mı diye. Kimileri için içi değiştirilmiş kavramlar korkunç derece kötü iken kimileri için insana salt mutluluk sağladığı sürece kavramın içinin neyle dolu olduğu önemli değil.
Kitabın içinde yer alan ve aslında bizlerin şimdiki hayatını temsil eden yaban (vahşi) hayat ise okurken zihnimizde yaptığımız kıyaslamaları kurgunun içine yedirmeye fırsat veriyor. Yabani bir insan (bizlerden biri diyebiliriz) ve Yeni Dünyalılar…
Son zamanlarda yoğun bir şekilde maruz kaldığımız totaliter düzenin etkisinden olacak belki kitapta bahsedilen şeyler aslında o kadar da uzak değil bizlere. Evet, çok gelişmiş bir teknoloji ve genetik mühendisliği ürünü kurulu bir düzen görüyoruz kitapta. Olayların altında yatan mantık ise hep aynı: İnsan, özgürlük ve toplum.
Herkes en az herkes kadar insanken, doğup büyüdüğü toplumun ahlaki değerlerine göre bakış açıları birbirinden ne kadar farklılaşabilir? Bu farklılığı hangi ölçüde eritebiliriz?
Toplumun gelişmişlik düzeyini değerlendirmenin dışında tutarak, çok net bir şekilde, yetişilen kültürün toplumun ahlak yargılarını belirlediğini görebiliyoruz. Herkesin herkes için olduğu bir Yeni Dünyada gönül bağı kurmak kaçınılan bir şey olduğundan dolayı cinsellik toplumun bireyleri arasında vakit geçirmek için kullanılan insani bir ihtiyaç öğesine indirgenmiş. Oysa vahşi bunu hayatında gördüğü en büyük ahlaksızlık olarak yorumluyor ve gördükleri için kendi adına utanıyor. Oysaki herkes kendi Dünyası içinde ne kadar masum? Yeni Dünya’da birine aşık olmak aynı utancın sebebi sayılıyor zira.
Toplumda üstlendiğimiz rolü ve bunun altında yatan sebepleri oturup tekrar düşünmemizi sağlayacak türden temellendirmeler görüyoruz. Arzularımızın, beğenilerimizin ve yargılarımızın hangi şartlandırılmalara bağlı olduğunun gerçekten farkında mıyız?
Toplumla olan bağı bir kenara bırakıp kitaptaki diğer bir meseleye gelelim.
Mutluluk insan için tek amaç mıdır? Eğer tek amaç bu ise Yeni ve Cesur Bir Dünya gayet makul görünebilir. Peki ya mutluluktan daha farklı şeyler arayanlara, anlamı ve varlığı sorgulayanlara ne yapmalı?
Yeni Dünyalılar için mutluluk o kadar önemli ki mutlu olmamaya sebebiyet verebilecek en ufak bir şey için bile bizim uyuşturucu ya da alkole benzetebileceğimiz somayı tüketiyorlar ve kısa süreli mutluluk uykusuna yatıyorlar. Hal böyle olunca mutluluğun noksanlığı sorgulanan bir şey olmaktan çıkıyor iyice.
Yabani (vahşi) bir insan içinse mutluluktan ziyade kendi erdemleri önde geliyor ve mutluluğundan, zevklerinden bu erdemler uğruna vazgeçmeyi bir onur meselesi olarak görüyor.
Düşünüyorum, dünyada bu kadar kötülük ve savaş varken; masum insanlar, hayvanlar ve çocuklar ölüyorken kendi küçük dünyamın çapında bile mutlu olmak bana ağır geliyor bazen. Dolayısıyla insanı insan yapan düşünsel derinliğinden insandan ayrı tutacak olsa dahi herkesin mutlu olacağı bir dünya fena olmazdı sanki? Ama yok yok sonra duruyorum. Beni yaşama en bağlı hissettiren şeyin düşündüğüm zaman bulduğum anlamlar olduğunu hatırlıyorum, sonra vazgeçiyorum. Acısıyla adaletsizliğiyle insan bildiğimiz gibi kalsa ya diyorum. Tıpkı Mustafa Mond’un Vahşi’ye söylediği gibi:
“Aslında siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz. Eklemek gerekirse ihtiyarlama, çirkinleşme, iktidarsız kalma hakkını da istiyorsunuz; kansere ya da frengiye yakalanma haklarını; açlıktan nefesi kokma hakkını, sefil olma hakkını ve sürekli yarın ne olacak korkusu ile yaşama hakkını da…”
Anlaşılan o ki Huxley Bey de içinde bulunduğu zamanın ve şartların üstüne üstüne gelmesinden dolayı karamsarlığa kapılarak aklında “acaba her şey bu şekilde daha mı iyi olurdu?” sorusuna cevap veren bir tartışma yaratmış kurgusunun içinde. Belki de Huxley’in kurgudaki tarafsızlığı ve kararsızlığı sebebiyle okuyucular kitabı bitirdiğinde hangisinin iyi olduğuna dair net bir karar veremiyor.
Tüm kitabı aynı kararsızlıkla okuduğumu söyleyebilirim. Dolayısıyla ben de söyleyemiyorum size bu dünya gerçekten cesur mu değil mi diye.
Arka kapak tadında spoilersız bir şekilde düşüncelerimi paylaşmaya çalıştım. Hala okumadıysanız mutlaka okuyun ve sorgulayın 😀
Yazı: Aslınur Doğan